Annesinin yaklaşık bir yıl önce,
kendisine hediye ettiği küçük analog saatin alarmını saat on bir’e kurmasına
rağmen, küçük saatin küçük akrebi cam çerçevenin ardında henüz sekize
yaklaşıyorken uyandı Vedat. Tüm gece boyunca sağ kolunun üzerinde uyuduğu için
omzundan parmaklarına kadar kolunun herhangi bir bölümünü hissedemiyordu.
Sadece uyumak için kullanabileceği üçüncü bir kolu daha olsa ne iyi olurdu. Kolunun
üzerinde uyumayı, bundan beş sene önce üniversiteye başladığı yıl, kaldığı
yurttaki yastıkların rahatsızlığına karşı geliştirmiş, bir daha da bırakmamıştı.
Her sabah uyandığında kendisi ayılmasına karşın on-on beş dakika kadar da kendi
kolunun ayrıca uyanmasını beklemek oldukça can sıkıcıydı, yirmi dört yaşındaki
delikanlı için. Gerçi bu on-on beş dakikalık süre içinde yapması gereken çok da
önemli işleri yoktu. En fazla birkaç dakika, varsa eğer o günkü dersine geç
kalırdı.
Kolundaki kan
dolaşımının normale dönmesini beklerken neden böyle vakitsizce ve aniden gözlerini
açmış olduğunu düşünmeye başladı. Sadece üç buçuk saat uyumuş olmasına karşın
şimdi uyanmasının sebebi ne olabilirdi? Tavanı on altıncı yüzyıl ressamlarının
tablolarını izlermiş gibi seyreyleyen Vedat, karnına dokundu. Aç değildi,
susamamıştı. Camın önünde duran sigara paketine ve eski ev arkadaşından kalma
kül tablasına uzandı. Bu kül tablası için yadigar denemezdi. Ancak eski ev
arkadaşının bıraktığı eşyalardan en çok kullandığı şey, bu tablaydı. Yataktan
kalkmadan sigarasını yaktı. Bir iki
nefes aldıktan sonra, uzun sigarasını karnının üzerinde duran kül tablasında
söndürdü. Aç değildi, susamamıştı. Ve sigaraya da gereksinim duymuyordu. Yavaş
yavaş kendine gelmeye başlayan sağ el, günün ilk ulvi görevi için hazırdı.
Sanki odada ondan başka birileri daha varmış gibi etrafı süzdükten sonra
battaniyenin altından, pijamasının içine
soktu elini. Aç değildi, susamamıştı, sigaraya gereksinim duymuyordu ve başka
da bir ihtiyacı yoktu. Ama her nedense daha saat sekiz olmadan uyanıvermişti.
Susamamıştı ancak
boğazındaki tortudan kurtulabilmek için, mutfağa gidip bir bardak su içti.
Pencereyi açtı; kendisi gibi yeni uyanan sokağa, sesinin -yine kendisi için bile- ne kadar rahatsız
edici oluşuna aldırmadan ritimsizce söyleyeceği bir şarkıya başladı. Bayram
vesilesiyle samimiyetsiz akraba ziyaretleriyle geçirdiği son bir haftaya karşın
–hatta yeni uyanmış birisi için bile- oldukça keyifli görünüyordu.
Bayram tatili için
gittiği Aydın’dan, iki gece önce dönmüştü. Güngörmez apartmanın kapısından
içeri girmeden önce, önce gökyüzüne sonra da karşı apartmanın ikinci katına
bakmış, ağustos ayında o kattaki pencerelerin kapalı olduğunu görünce hayli
üzülmüştü. Bu cehennem sıcağında pencereler kapalı uyunamayacağına göre evin
sakin sakini muhtemelen evinde değildi. İki kusur yıldır aynı küçük ve aynı
zamanda çok da kullanışlı olduğunu söyleyemeyeceğimiz dairede yaşayan Vedat’ın
başka bir ev bulmamasının belki de tek nedeni –kendisi de öyle sanıyor-
deminden beri bahsi geçen şu karşı pencereydi. Akşam olup da güneş batınca karşı evin
perdelerine vuran sarı ışığı görmek, zaman zaman aynı evden yükselen viyolanın
sesini duymak, neredeyse her kadın için çirkin sayılabilecek Vedat’ın kemikli
suratında, her seferinde aynı belirsiz gülümsemeyi bırakıyordu.
Saat sekiz buçuğa
gelmek üzereydi. Sabahın, güne nazaran serinliğinden faydalanarak kısa bir
yürüyüş yapabileceğini düşündü. Belki de dünyanın en komik pijamasını
giyiyordu. İçe içe geçmiş, siyah ve yeşil karelerden oluşan pijamanın lastiği
içine kaçmış olduğundan başını önüne eğip düğüm açma zahmetine katlanmadan
üzerinden kolayca çıkardı. Dizindeki çocukluk yarasına baktı. Sandalyenin üzerinde duran ince keten
pantolonunu giydi. Sigara paketinin içinde birkaç tek sigarası kaldığını
görünce paketi, yatağın karşısında duran komidinin çekmecesine bıraktı. Aparman
boşluğunda, kapıyı kapatmadan önce, cüzdanını, anahtarlığını ve cüzdan ve
anahtar kadar önemli olmayan birkaç eşyayı daha kontrol ederken yataktan kalktıktan
sonra yüzünü yıkamamış olduğunu fark etti. Ayakkabılarıyla içeri girip parmak
uçlarında sadece iki adım atarak banyoya geldi. Ayakkabılarıyla parmak
uçlarında yürüyordu; çünkü bu sayede halının ya daha az kirleneceğine
inanıyordu ya da bir gün bu hareketi Aydın’da yapması durumunda annesine yakalanmaktan
korkuyordu. Yirmi dört yaşına da gelseniz, annenizden bu gibi konularda elbet
çekinirsiniz. Korkusunu aynadaki suretine devredip yüzüne bir avuç su serpti. (Kabul
ediyorum, serpmek sözcüğü bu harekete oranla oldukça kibar olur.)

Yürüyüşü tekrar normal seyrine kavuştuktan
yirmi-yirmi beş dakika kadar sonra, iş hanlarının zemin katlarına kurulan
sıradan bir çay ocağından biraz daha büyük ve tavla gibi oyunların da olmaması
sebebiyle kafe de denemeyecek, yalnızca birkaç masa ve onun iki üç misli
tabureden oluşan “Osman Abi’nin Yeri”ne geldi. Yolu görebileceği bir masaya
geçti. Şişko kediye, ayda en az iki kez
geldiği bu yerin sahibinin adını vermiş olması nasıl bir ironiydi? Bu soru
üzerinde, fazla düşünmedi. Yanına gelen Osman Abi’nin hatrını sorduktan sonra,
kaşarlı, salçalı bir tost ve çay istedi. Osman Abi tostunu yapmak üzere
yanından ayrılırken, mümkünse tostun
içine bir tutam kekik atmasını rica etti. Tabi ki bu çay ocağı bozması yerde,
hiç et pişirmedikleri için kekik olamazdı. Ama et pişirmeyi bırakın çoğu zaman,
mutfağa, sadece kahvesi için girse de nadiren kahvaltısını yolda poğaça yiyerek
değil de yapacağı salçalı tost ile geçirecek olursa, boşluğa düşmemek için, eve
taşındığı ilk günden bu yana buzdolabının içinde her zaman bir paket kekik
bulundurmuştu, Vedat. Osman Abi’nin dükkanında
kekik olmadığına şaşırmıyordu. Hayattaki tek “keşke”si, keşke bu olsaydı. Şu
baharattan birazcık olsaydı ne güzel olurdu diye geçirdi içinden Vedat. Buraya
bir dahaki gelişinde, Osman Abi’ye bir paket kekik hediye edecekti.
Birkaç dakika sonra
Osman Abi, Vedat’ın istediklerini getirdi. Vedat söylemeyi unuttuğundan mıdır
yoksa konuşmak için bahanesi olsun diye sözcükleri şimdiye sakladığından mıdır
bilinmez, ince kesilmiş bir dilim limon getirip getiremeyeceğini sordu, çaycı
Osman Abi’ye. Bu nazik sorusu karşısında, nazik bir yanıt almayı elbet
beklemiyordu Vedat. Zaten bu soru ne kadar nazik yanıtlanabilirdi ki? Ağzındaki
sigarayı düşürmeden konuşmayı büyük bir ustalık haline getiren Osman, “Tamam
gülüm.” dedi.
Çayı şekersiz içmesine
rağmen, bardağın yüzeyinde yüzen limon diliminin batmadan ne kadar toz şekeri
kaldırabileceğini düşündü. Saymak mümkün olsa, şeker tanelerini tek tek,
limonun üzerine ekleyecekti. Yine de
kafasında kurduğu bu oyundan vazgeçmedi.
Limon, alabora olana kadar bu eğlenceyi sürdürdü. Kekiksiz tostu bitince
de sonrasında söylediği çaylarla da aynı oyunu sürdürdü.
Yola en yakın masayı
seçmesine rağmen, yolun karşısındaki markete mal indiren kamyonet yüzünden,
yoldan geçen kimseyi görememiş, giyimlerinden yola çıkarak günlerini nasıl
geçireceklerini tahmin edeceği ikinci bir oyuna başlayamamıştı. Saatine baktı,
on buçuk’a geliyordu. Yarım saat sonra evindeki saat çalacaktı. Evde bir başına
çalacak olan saat, artık pek umrunda olmasa da dört buçuk lira olan borcunu
ödeyip yeniden sokağa çıktı.
Saat iki’de başlayacak
dersi için kalan vaktini, evde, birikmiş bulaşıkları yıkayarak ya da hayati
öneme sahip olmayan onlarca iş bularak geçirebilirdi. Gözüne az ileride, kavak
ağacının gölgesi altındaki tahta bank çarptı. Okul saati yaklaşıncaya kadar,
hiç kalkmadan o bankta oturacak, güneşten dolayı gölge yer değiştirirse
kendisine yeni bir bank arayacak ve sadece dışarıda olmanın keyfini
çıkaracaktı. Orada geçirdiği süre boyunca, yanına kasketli yaşlı bir amca
gelecek, ilk önce “Saatin var mı yavrum?” diye soracak ve adamın tüm konuşma
isteğini, “saatim durmuş, bugün pil almaya gideceğim” yanıtıyla baltalayacak ve
bu cevabından büyük bir haz duyacaktı.
Sokak giderek
hareketlenmeye başlasa da, yoldan geçen güzel bir kadını süzmek yerine banktaki
en rahat oturuşun hangisi olabileceğini düşünüyordu Vedat. Hangi şekle girerse
girsin, yine bir süre sonra yorulup kendini yeni bir arayışın içinde bulacağını
bildiğinden şimdilik sadece bacak bacak üstüne atmakla yetiniyordu. Banktaki
ilk saatini tamamlayan Vedat, bu süre boyunca sadece üç kez, birbirlerinin
üzerinde duran bacaklarını değiştirme zahmetine katlanmak durumunda kalmıştı.
Beklediği gibi
kasketli bir amca gelmese de yanına, bu şehirde yanına gelebilecek en iyi
misafir ile karşılaştı; bir serçe. Vedat’ın saatlerdir hareketsiz oluşundan
dolayı, ayaklarının dibine kadar gelmişti hayvan. Duruşunu hiç bozmadan,
gözünün ucuyla serçe’ye baktı, o da ürkek hayvanı kaçırmak istemiyordu. Her ne
kadar serçe ile dostluğunu sürdürmek istese de tam o an öksüreceği tuttu.
Öksürüğünün sesine telaşlanan hayvan, gözünün önünden uçup gitti. Giden
serçenin ardından başını gökyüzüne çeviren Vedat, “Ne garip” dedi. “Ne garip; Martıların olmadığı
bir kentte yaşıyoruz ve onları hiç özlemiyoruz”
diye de ekledi. Gerçi martıları,
serçeler kadar sevmezdi. Bir balıkçıl kuş olan martı, tüm gün emek harcayıp
balık yakalaması gerektiği yerde, iyice tembelliğe alışmış, ‘ondan bundan bir
parça simit alırım, bugün’de karnımız doyar; yarına da buluruz bir hal
çaresini’ diyerek iyice onursuz olup çıkmıştı. Gerçi güvercinlerin de
martılardan kalır yanı yoktu. Nasıl olsa, şehrin meydanında, birileri çıkar da
yem atardı onlara. Sonrası, elektrik telleri üzerinde, birbirlerine kur
yapmalar, oynaşmalar filan. Ama yine de bu tembel martıların olacağı bir
şehrin, özlemini çekti.
Vedat, o özlemi çeke
dursun, ben sonrasında ne yaptığını anlatayım size. Okul saati yaklaşınca,
otobüs durağına doğru yola koyuldu. Bir paket sigara aldı. Okuluna gitti. Dersi
uyuklayarak geçirdi, her ders arasında sigara içti. Kimseyle konuşmadı. Zaten
konuşmaya değer birileri de yoktu. Sanırım, hiç birini Osman Abi kadar samimi
bulmuyordu. Kısaca kendisi ve benim naçizane hikayemin gidişatı açısından çok
da önemli bir olay olmadı anlayacağınız.
Fakültenin önündeki durakta, otobüsü gelinceye
kadar volta atmaya başladı. Otobüsün arka sıralarında, koridor tarafında bir
yer buldu. Yanında oturan ve muhtemelen ilk kez yaz okuluna kalmış olduğunu
düşündüğü genci transit geçerek camdan dışarıya bakmaya başladı. Biraz sonra
gördükleri karşısında içini inanılmaz bir sevinç kaplayacaktı. Tüm olan biteni
unutmamak ve ileride bir kadına mektup yazması gerekirse bu yolculuktan söz
edebileceğini düşündüğü için küçük bir kağıda not almaya başlamadan önce,
sokakta akordeon çalan bir kadın gördü. Bunu romantizme katkı olsun diye
söylemiyorum; gerçekten sokakta akordeon çalan bir kadın vardı. Ana kucağını
ters bağlamış, çocuğu sırtında, önünde kırmızı bir akordeon. Kadın arkada
kalınca, başını önüne çevirdi. Kağıda
hızlı hızlı, bu kadından bahsettiği satırları yazdı.
Az önce bahsi geçen
küçük kağıda eklediği satırlar, aynen şöyle; “Yeni bir kız biniyor, otobüse.
Yorulmuş. Suratında birkaç damla ter var. Arkadan bağladığı saçı bozulmuş; olabilecek
en güzel bukle, yüzüne düşmüş, karşımda duruyor. Yer mi versem acaba? Yok.
Yanlış anlar. Hem sen de şimdi bu kızdan etkilenmiş olabileceğimi aklına
getirip kıskanabilirsin beni. Ama bilmeni isterim ki sadece yorulmuş
olabileceğini düşündüğümden yer vermeyi düşündüm. Sahi, doğru söyle şimdiye kadar hiç kıskandın
mı beni? Neyse, yeni bir sokaktayız.
Dışarıda on beş, on altı yaşlarında bir çocuk var. Akşam simidi satıyor.
‘Taze! Taze! Fırından yeni geldi!’ En olmayacak şeyleri düşünüyorum. Her bir simit
tepsiden ayrılırken, kaç adet susamı bırakıyordur. Ben böyle düşünüyorsam,
belki çocuk da böyle düşünüyordur. İş bitince işaret parmağıyla susam
avlıyordur muhtemelen. Getirisi çok yok
ama güzel iş doğrusu. Hem her sokağı geziyorsun hem de akşam olunca tepsideki
susamların hepsi senin”
Dışarıdaki simitçiye
görünce, eve gitmekten vazgeçti. Hemen ilk durakta indi. Geriye doğru yürümeye
başladı, o çocuktan iki tane simit aldı. Çocuğa parasını uzatırken “İş
bittikten sonra susamları n’yapıyorsun?” diye sordu. “Napcam abi, bir şey
yapmıyorum” yanıtını alınca moralini bozmadan, simidinden bir parça kopardı,
ağzına attı. Kalan yolu, yürüyerek
tamamlayabileceğini düşündüğü sırada, önünden geçtiği kitabevinden gelen tanıdık bir melodiyle karşılaştı. Bu
şarkı, karşı pencereden uzanıp da Vedat’ın yüreğini okşayan ezginin aynısıydı.
O an ne yapması gerektiğini kestiremedi. Durdu, biraz daha şarkıyı dinledi. Bu
şarkıyı bu kadar çok seviyorsa biraz daha yakından dinlemesinde bir sakınca
olamaz diye düşündü.
Kitabevinden
içeriye girdiğinde, sadece bir kez -o da
perdesini çekmek üzere pencerede- gördüğü, siyah kıvırcık saçlı komşusuyla
karşılaştı. Vedat’ın geldiğini gören kız viyola çalmayı bırakıp aradığı bir
kitabın olup olmadığını sordu. Sadece viyolanın sesine geldiğini söyleyince
utanan kız henüz Vedat’ın onu tanıyor olduğunu bilmiyordu. Biraz daha dinleyip
dinleyemeyeceğini sordu. Kız bundan çok memnun olacağını, birkaç hafta sonra
okuduğu turizm fakültesini bırakıp müzik bölümü sınavlarına gireceğini söyledi.
Hiç tanımadığı bu adamın, bu kısa dinleti sonunda eğer takdirini alırsa, bu
beğeninin, şimdilik çok da iyi gitmeyen çalışmalarına iyi bir moral olabileceğini
düşündü. Kitapçıda ve müşteri olmadığı zamanlarda da gireceği sınav için
çalışan kıvırcık, siyah saçlı kız, Vedat’a oturması için küçük bir tabure
getirdi.
Vedat, dinleti
bittikten sonra nasıl bulduğu sorusuna bu şarkıyı hemen her gün nasıl kulağına
çalınıyor oluşunu ve bunun kendisi için ne kadar değerli olduğunu, ardından da onu buraya getiren asıl şeyin, gazeteye sarılmış ve sadece bir lokma alınmış
elindeki simit olduğunu söyledi. Her ikisi için de günün en şaşırtıcı yanı –belki
de en güzel tesadüfü- birkaç dakika önce başlamıştı. İlk sohbet konuları,
müzikti. Kız, müziğe olan tutkusunun nasıl başladığını, daha dört yaşındayken
annesine kurmalı bir müzik kutusu aldırdığını ve aradan yıllar geçmesine rağmen
orada çalan şarkının adının hala bilmediğini söyledi.
“Çocukluğumun geçtiği evin arka bahçesinde, dut ağacında bir
salıncağım vardı. Arkadaşlarım da gelse oradan kalkmazdım. Ama dutu o zamandır
pek sevmem”
“Neden?”
Sabah pijamasını çıkartırken bir kez daha gördüğü çocukluk yarası
geldi aklına. “Çok kötü düşmüştüm” dedi. “Hala geçmeyen ve yıllar geçmesine
rağmen zaman zaman kabuk bağlayan bir yaram var. Yaranın büyüklüğünden belki,
yarın hatırlayabileceğim yeni anılar yaratamıyorum. Çok bir şey yaşamıyorum ki
anısı olsun, bugünlerin. Keşke…”
“Ne söyleyeceğini tahmin
ediyorum galiba. Üzerine keşkeler yorulmaması gereken biriyim. Ama dilersen, bugünden
bir anı olsun diye sana bir ayraç hediye edebilirim.”
“Ağız alışkanlığı olsa da şuana kadarki keşkelerimin, en çok
yakışan cümlesini kurmak üzereydim. Gerisi sana emanet.”
Her şey biranda oluveriyordu. Her sözcük hiç düşünmeden en doğru
yolu buluyordu. Zaman ilerledikçe
ilerledi, sohbet gittikçe koyulaştı. Tam bu sırada Vedat, hemen her şey üzerine
konuşmalarına, rağmen kızın adını henüz öğrenmemiş oluşuna şaşırdı. Gittikçe
güzelleşen sohbetin, şimdilik en güzel yerinde “Sahi adın ne senin?” diye hiç
düşünmeden soruverdi. Kendisini Osman Abi’den sonra en rahat hissettiği kişiyle
tanışmıştı ama adını bilmiyordu. Gülümseyerek, “Tuba” dedi kız. Topal Osman’ı tanıyıp tanımadığını sordu,
Vedat. Osman üzerine de biraz çene çaldıktan sonra,kitabevine gelen giden de olmayınca, Tuba’nın
kitabevini kapatmasına yardım etti Vedat. Aynı sokağa doğru yürümeye
başladılar. Güneş batıyordu.
Osman Abi dışında neredeyse kimseyle konuşmayan Vedat ve bu hikaye
için hakkında çok bir şey bilmediğimiz Tuba, yol boyunca, kitabevinde bıraktıkları
sohbete devam ettiler. Güngören ve Nehir
apartmanlarının önüne geldiklerinde, artık birbirlerini tanıyor olmaktan
duydukları sevinç içersindeydiler. Bu yeni tanıştığı arkadaşının elini mi sıksa
yoksa sarılarak mı veda etse diye düşünürken, Tuba; “Birazdan bugünün bende
bıraktığı gülümsemeyle uykuya dalacağım için şanslıyım, hadi sen de akşam
serinliğine kendini kaptırmadan, içeri gir.” Dedi. Sarıldılar.
Apartmanın kapısından adım atmadan, gökyüzüne baktı. Parlak ve her
bir yıldız ayrı ayrı seçiliyordu. Toz şeker taneleri gibi, yıldızları saymaya
başlayabilirdi. Ancak, kendisini meşgul edecek çok daha güzel bir şey olduğu
için, yüzünü anahtar deliğine doğru çevirirken; “Ne güzel hayat” dedi. "... ne güzel."