24 Ağustos 2013 Cumartesi

Grafon kağıtları, Viyola ve Çaycı Osman’a Dair

  

         Annesinin yaklaşık bir yıl önce, kendisine hediye ettiği küçük analog saatin alarmını saat on bir’e kurmasına rağmen, küçük saatin küçük akrebi cam çerçevenin ardında henüz sekize yaklaşıyorken uyandı Vedat. Tüm gece boyunca sağ kolunun üzerinde uyuduğu için omzundan parmaklarına kadar kolunun herhangi bir bölümünü hissedemiyordu. Sadece uyumak için kullanabileceği üçüncü bir kolu daha olsa ne iyi olurdu. Kolunun üzerinde uyumayı, bundan beş sene önce üniversiteye başladığı yıl, kaldığı yurttaki yastıkların rahatsızlığına karşı geliştirmiş, bir daha da bırakmamıştı. Her sabah uyandığında kendisi ayılmasına karşın on-on beş dakika kadar da kendi kolunun ayrıca uyanmasını beklemek oldukça can sıkıcıydı, yirmi dört yaşındaki delikanlı için. Gerçi bu on-on beş dakikalık süre içinde yapması gereken çok da önemli işleri yoktu. En fazla birkaç dakika, varsa eğer o günkü dersine geç kalırdı.

         Kolundaki kan dolaşımının normale dönmesini beklerken neden böyle vakitsizce ve aniden gözlerini açmış olduğunu düşünmeye başladı. Sadece üç buçuk saat uyumuş olmasına karşın şimdi uyanmasının sebebi ne olabilirdi? Tavanı on altıncı yüzyıl ressamlarının tablolarını izlermiş gibi seyreyleyen Vedat, karnına dokundu. Aç değildi, susamamıştı. Camın önünde duran sigara paketine ve eski ev arkadaşından kalma kül tablasına uzandı. Bu kül tablası için yadigar denemezdi. Ancak eski ev arkadaşının bıraktığı eşyalardan en çok kullandığı şey, bu tablaydı. Yataktan kalkmadan sigarasını yaktı.  Bir iki nefes aldıktan sonra, uzun sigarasını karnının üzerinde duran kül tablasında söndürdü. Aç değildi, susamamıştı. Ve sigaraya da gereksinim duymuyordu. Yavaş yavaş kendine gelmeye başlayan sağ el, günün ilk ulvi görevi için hazırdı. Sanki odada ondan başka birileri daha varmış gibi etrafı süzdükten sonra battaniyenin altından,  pijamasının içine soktu elini. Aç değildi, susamamıştı, sigaraya gereksinim duymuyordu ve başka da bir ihtiyacı yoktu. Ama her nedense daha saat sekiz olmadan uyanıvermişti.

         Susamamıştı ancak boğazındaki tortudan kurtulabilmek için, mutfağa gidip bir bardak su içti. Pencereyi açtı; kendisi gibi yeni uyanan sokağa, sesinin  -yine kendisi için bile- ne kadar rahatsız edici oluşuna aldırmadan ritimsizce söyleyeceği bir şarkıya başladı. Bayram vesilesiyle samimiyetsiz akraba ziyaretleriyle geçirdiği son bir haftaya karşın –hatta yeni uyanmış birisi için bile- oldukça keyifli görünüyordu.

        Bayram tatili için gittiği Aydın’dan, iki gece önce dönmüştü. Güngörmez apartmanın kapısından içeri girmeden önce, önce gökyüzüne sonra da karşı apartmanın ikinci katına bakmış, ağustos ayında o kattaki pencerelerin kapalı olduğunu görünce hayli üzülmüştü. Bu cehennem sıcağında pencereler kapalı uyunamayacağına göre evin sakin sakini muhtemelen evinde değildi. İki kusur yıldır aynı küçük ve aynı zamanda çok da kullanışlı olduğunu söyleyemeyeceğimiz dairede yaşayan Vedat’ın başka bir ev bulmamasının belki de tek nedeni –kendisi de öyle sanıyor- deminden beri bahsi geçen şu karşı pencereydi.  Akşam olup da güneş batınca karşı evin perdelerine vuran sarı ışığı görmek, zaman zaman aynı evden yükselen viyolanın sesini duymak, neredeyse her kadın için çirkin sayılabilecek Vedat’ın kemikli suratında, her seferinde aynı belirsiz gülümsemeyi bırakıyordu.

        Saat sekiz buçuğa gelmek üzereydi. Sabahın, güne nazaran serinliğinden faydalanarak kısa bir yürüyüş yapabileceğini düşündü. Belki de dünyanın en komik pijamasını giyiyordu. İçe içe geçmiş, siyah ve yeşil karelerden oluşan pijamanın lastiği içine kaçmış olduğundan başını önüne eğip düğüm açma zahmetine katlanmadan üzerinden kolayca çıkardı. Dizindeki çocukluk yarasına baktı.  Sandalyenin üzerinde duran ince keten pantolonunu giydi. Sigara paketinin içinde birkaç tek sigarası kaldığını görünce paketi, yatağın karşısında duran komidinin çekmecesine bıraktı. Aparman boşluğunda, kapıyı kapatmadan önce, cüzdanını, anahtarlığını ve cüzdan ve anahtar kadar önemli olmayan birkaç eşyayı daha kontrol ederken yataktan kalktıktan sonra yüzünü yıkamamış olduğunu fark etti. Ayakkabılarıyla içeri girip parmak uçlarında sadece iki adım atarak banyoya geldi. Ayakkabılarıyla parmak uçlarında yürüyordu; çünkü bu sayede halının ya daha az kirleneceğine inanıyordu ya da bir gün bu hareketi Aydın’da yapması durumunda annesine yakalanmaktan korkuyordu. Yirmi dört yaşına da gelseniz, annenizden bu gibi konularda elbet çekinirsiniz. Korkusunu aynadaki suretine devredip yüzüne bir avuç su serpti. (Kabul ediyorum, serpmek sözcüğü bu harekete oranla oldukça kibar olur.)

       Ya dün gece çöp kamyonu sokağa uğramamıştı ya da işlerine, okullarına gitmeye çalışan sevgili komşuları dışarıya çıkarlarken evlerine döndüklerinde aynı merdivenleri tekrar inip çıkmak zahmetinde bulunmamak adına yanlarına çöplerini de alıp ilk köşe başına bırakıyorlardı, su sızdıran poşetleri. Mühendislik harikası, balkonu olmayan,  her biri birbirine benzeyen ve her birinde en fazla sadece iki oda olan evlerin gölgelerinden yararlanarak yürümeye başlayan Vedat, köşede birikmeye başlayan çöplerin arasında, kendini belli eden, muhtemelen anaokulu yahut ilköğretim birinci sınıfı yeni bitiren bir kız çocuğun yaptığı –daha çok kedi merdiveni yapmak için kullanılan- grafon kağıtlarıyla süslenmiş çerçeveye olabilecek en samimi selamını verdi. Az ileride dün gece bıraktığı yoğurt kovasından su içen ve yaklaşık iki aydır münasebetinin bir hayli iyi olduğu, -nasıl olduğu bilinmez- sağ arka bacağı aksayan Osman ile karşılaştı. Az önceki selamın bir benzerini Osman için de vermeyi düşündü. Ancak yaşıtlarına ve diğer sokak kedilerine nazaran oldukça şişko olan Osman, Vedat’ı fark etmeyince,  hiçbir zaman ne bir romanın ne de bu basit öykünün kahramanı olamayacak Vedat,  – çünkü kahramanlara yer yoktur hiçbir gerçeklikte- adımlarını biraz daha büyüterek Osman’ı arkasında bıraktı.

       Yürüyüşü tekrar normal seyrine kavuştuktan yirmi-yirmi beş dakika kadar sonra, iş hanlarının zemin katlarına kurulan sıradan bir çay ocağından biraz daha büyük ve tavla gibi oyunların da olmaması sebebiyle kafe de denemeyecek, yalnızca birkaç masa ve onun iki üç misli tabureden oluşan “Osman Abi’nin Yeri”ne geldi. Yolu görebileceği bir masaya geçti. Şişko kediye,  ayda en az iki kez geldiği bu yerin sahibinin adını vermiş olması nasıl bir ironiydi? Bu soru üzerinde, fazla düşünmedi. Yanına gelen Osman Abi’nin hatrını sorduktan sonra, kaşarlı, salçalı bir tost ve çay istedi. Osman Abi tostunu yapmak üzere yanından ayrılırken,  mümkünse tostun içine bir tutam kekik atmasını rica etti. Tabi ki bu çay ocağı bozması yerde, hiç et pişirmedikleri için kekik olamazdı. Ama et pişirmeyi bırakın çoğu zaman, mutfağa, sadece kahvesi için girse de nadiren kahvaltısını yolda poğaça yiyerek değil de yapacağı salçalı tost ile geçirecek olursa, boşluğa düşmemek için, eve taşındığı ilk günden bu yana buzdolabının içinde her zaman bir paket kekik bulundurmuştu, Vedat. Osman Abi’nin  dükkanında kekik olmadığına şaşırmıyordu. Hayattaki tek “keşke”si, keşke bu olsaydı. Şu baharattan birazcık olsaydı ne güzel olurdu diye geçirdi içinden Vedat. Buraya bir dahaki gelişinde, Osman Abi’ye bir paket kekik hediye edecekti.

       Birkaç dakika sonra Osman Abi, Vedat’ın istediklerini getirdi. Vedat söylemeyi unuttuğundan mıdır yoksa konuşmak için bahanesi olsun diye sözcükleri şimdiye sakladığından mıdır bilinmez, ince kesilmiş bir dilim limon getirip getiremeyeceğini sordu, çaycı Osman Abi’ye. Bu nazik sorusu karşısında, nazik bir yanıt almayı elbet beklemiyordu Vedat. Zaten bu soru ne kadar nazik yanıtlanabilirdi ki? Ağzındaki sigarayı düşürmeden konuşmayı büyük bir ustalık haline getiren Osman, “Tamam gülüm.” dedi.

      Çayı şekersiz içmesine rağmen, bardağın yüzeyinde yüzen limon diliminin batmadan ne kadar toz şekeri kaldırabileceğini düşündü. Saymak mümkün olsa, şeker tanelerini tek tek, limonun üzerine ekleyecekti.  Yine de kafasında kurduğu bu oyundan vazgeçmedi.  Limon, alabora olana kadar bu eğlenceyi sürdürdü. Kekiksiz tostu bitince de sonrasında söylediği çaylarla da aynı oyunu sürdürdü.

      Yola en yakın masayı seçmesine rağmen, yolun karşısındaki markete mal indiren kamyonet yüzünden, yoldan geçen kimseyi görememiş, giyimlerinden yola çıkarak günlerini nasıl geçireceklerini tahmin edeceği ikinci bir oyuna başlayamamıştı. Saatine baktı, on buçuk’a geliyordu. Yarım saat sonra evindeki saat çalacaktı. Evde bir başına çalacak olan saat, artık pek umrunda olmasa da dört buçuk lira olan borcunu ödeyip yeniden sokağa çıktı. 

      Saat iki’de başlayacak dersi için kalan vaktini, evde, birikmiş bulaşıkları yıkayarak ya da hayati öneme sahip olmayan onlarca iş bularak geçirebilirdi. Gözüne az ileride, kavak ağacının gölgesi altındaki tahta bank çarptı. Okul saati yaklaşıncaya kadar, hiç kalkmadan o bankta oturacak, güneşten dolayı gölge yer değiştirirse kendisine yeni bir bank arayacak ve sadece dışarıda olmanın keyfini çıkaracaktı. Orada geçirdiği süre boyunca, yanına kasketli yaşlı bir amca gelecek, ilk önce “Saatin var mı yavrum?” diye soracak ve adamın tüm konuşma isteğini, “saatim durmuş, bugün pil almaya gideceğim” yanıtıyla baltalayacak ve bu cevabından büyük bir haz duyacaktı.

     Sokak giderek hareketlenmeye başlasa da, yoldan geçen güzel bir kadını süzmek yerine banktaki en rahat oturuşun hangisi olabileceğini düşünüyordu Vedat. Hangi şekle girerse girsin, yine bir süre sonra yorulup kendini yeni bir arayışın içinde bulacağını bildiğinden şimdilik sadece bacak bacak üstüne atmakla yetiniyordu. Banktaki ilk saatini tamamlayan Vedat, bu süre boyunca sadece üç kez, birbirlerinin üzerinde duran bacaklarını değiştirme zahmetine katlanmak durumunda kalmıştı.

      Beklediği gibi kasketli bir amca gelmese de yanına, bu şehirde yanına gelebilecek en iyi misafir ile karşılaştı; bir serçe. Vedat’ın saatlerdir hareketsiz oluşundan dolayı, ayaklarının dibine kadar gelmişti hayvan. Duruşunu hiç bozmadan, gözünün ucuyla serçe’ye baktı, o da ürkek hayvanı kaçırmak istemiyordu. Her ne kadar serçe ile dostluğunu sürdürmek istese de tam o an öksüreceği tuttu. Öksürüğünün sesine telaşlanan hayvan, gözünün önünden uçup gitti. Giden serçenin ardından başını gökyüzüne çeviren Vedat,  “Ne garip” dedi. “Ne garip; Martıların olmadığı bir kentte yaşıyoruz ve onları hiç özlemiyoruz”  diye de ekledi.  Gerçi martıları, serçeler kadar sevmezdi. Bir balıkçıl kuş olan martı, tüm gün emek harcayıp balık yakalaması gerektiği yerde, iyice tembelliğe alışmış, ‘ondan bundan bir parça simit alırım, bugün’de karnımız doyar; yarına da buluruz bir hal çaresini’ diyerek iyice onursuz olup çıkmıştı. Gerçi güvercinlerin de martılardan kalır yanı yoktu. Nasıl olsa, şehrin meydanında, birileri çıkar da yem atardı onlara. Sonrası, elektrik telleri üzerinde, birbirlerine kur yapmalar, oynaşmalar filan. Ama yine de bu tembel martıların olacağı bir şehrin, özlemini çekti.

      Vedat, o özlemi çeke dursun, ben sonrasında ne yaptığını anlatayım size. Okul saati yaklaşınca, otobüs durağına doğru yola koyuldu. Bir paket sigara aldı. Okuluna gitti. Dersi uyuklayarak geçirdi, her ders arasında sigara içti. Kimseyle konuşmadı. Zaten konuşmaya değer birileri de yoktu. Sanırım, hiç birini Osman Abi kadar samimi bulmuyordu. Kısaca kendisi ve benim naçizane hikayemin gidişatı açısından çok da önemli bir olay olmadı anlayacağınız.

       Fakültenin önündeki durakta, otobüsü gelinceye kadar volta atmaya başladı. Otobüsün arka sıralarında, koridor tarafında bir yer buldu. Yanında oturan ve muhtemelen ilk kez yaz okuluna kalmış olduğunu düşündüğü genci transit geçerek camdan dışarıya bakmaya başladı. Biraz sonra gördükleri karşısında içini inanılmaz bir sevinç kaplayacaktı. Tüm olan biteni unutmamak ve ileride bir kadına mektup yazması gerekirse bu yolculuktan söz edebileceğini düşündüğü için küçük bir kağıda not almaya başlamadan önce, sokakta akordeon çalan bir kadın gördü. Bunu romantizme katkı olsun diye söylemiyorum; gerçekten sokakta akordeon çalan bir kadın vardı. Ana kucağını ters bağlamış, çocuğu sırtında, önünde kırmızı bir akordeon. Kadın arkada kalınca, başını önüne çevirdi.  Kağıda hızlı hızlı, bu kadından bahsettiği satırları yazdı.            

       Az önce bahsi geçen küçük kağıda eklediği satırlar, aynen şöyle; “Yeni bir kız biniyor, otobüse. Yorulmuş. Suratında birkaç damla ter var. Arkadan bağladığı saçı bozulmuş; olabilecek en güzel bukle, yüzüne düşmüş, karşımda duruyor. Yer mi versem acaba? Yok. Yanlış anlar. Hem sen de şimdi bu kızdan etkilenmiş olabileceğimi aklına getirip kıskanabilirsin beni. Ama bilmeni isterim ki sadece yorulmuş olabileceğini düşündüğümden yer vermeyi düşündüm.  Sahi, doğru söyle şimdiye kadar hiç kıskandın mı beni? Neyse, yeni bir sokaktayız.  Dışarıda on beş, on altı yaşlarında bir çocuk var. Akşam simidi satıyor. ‘Taze! Taze! Fırından yeni geldi!’ En olmayacak şeyleri düşünüyorum. Her bir simit tepsiden ayrılırken, kaç adet susamı bırakıyordur. Ben böyle düşünüyorsam, belki çocuk da böyle düşünüyordur. İş bitince işaret parmağıyla susam avlıyordur muhtemelen.  Getirisi çok yok ama güzel iş doğrusu. Hem her sokağı geziyorsun hem de akşam olunca tepsideki susamların hepsi senin”
   
     Dışarıdaki simitçiye görünce, eve gitmekten vazgeçti. Hemen ilk durakta indi. Geriye doğru yürümeye başladı, o çocuktan iki tane simit aldı. Çocuğa parasını uzatırken “İş bittikten sonra susamları n’yapıyorsun?” diye sordu. “Napcam abi, bir şey yapmıyorum” yanıtını alınca moralini bozmadan, simidinden bir parça kopardı, ağzına attı. Kalan yolu,  yürüyerek tamamlayabileceğini düşündüğü sırada, önünden geçtiği kitabevinden  gelen tanıdık bir melodiyle karşılaştı. Bu şarkı, karşı pencereden uzanıp da Vedat’ın yüreğini okşayan ezginin aynısıydı. O an ne yapması gerektiğini kestiremedi. Durdu, biraz daha şarkıyı dinledi. Bu şarkıyı bu kadar çok seviyorsa biraz daha yakından dinlemesinde bir sakınca olamaz diye düşündü.
  
     Kitabevinden içeriye girdiğinde,  sadece bir kez -o da perdesini çekmek üzere pencerede- gördüğü, siyah kıvırcık saçlı komşusuyla karşılaştı. Vedat’ın geldiğini gören kız viyola çalmayı bırakıp aradığı bir kitabın olup olmadığını sordu. Sadece viyolanın sesine geldiğini söyleyince utanan kız henüz Vedat’ın onu tanıyor olduğunu bilmiyordu. Biraz daha dinleyip dinleyemeyeceğini sordu. Kız bundan çok memnun olacağını, birkaç hafta sonra okuduğu turizm fakültesini bırakıp müzik bölümü sınavlarına gireceğini söyledi. Hiç tanımadığı bu adamın, bu kısa dinleti sonunda eğer takdirini alırsa, bu beğeninin, şimdilik çok da iyi gitmeyen çalışmalarına iyi bir moral olabileceğini düşündü. Kitapçıda ve müşteri olmadığı zamanlarda da gireceği sınav için çalışan kıvırcık, siyah saçlı kız, Vedat’a oturması için küçük bir tabure getirdi.
    
    Vedat, dinleti bittikten sonra nasıl bulduğu sorusuna bu şarkıyı hemen her gün nasıl kulağına çalınıyor oluşunu ve bunun kendisi için ne kadar değerli olduğunu,  ardından da onu buraya getiren asıl şeyin,  gazeteye sarılmış ve sadece bir lokma alınmış elindeki simit olduğunu söyledi. Her ikisi için de günün en şaşırtıcı yanı –belki de en güzel tesadüfü- birkaç dakika önce başlamıştı. İlk sohbet konuları, müzikti. Kız, müziğe olan tutkusunun nasıl başladığını, daha dört yaşındayken annesine kurmalı bir müzik kutusu aldırdığını ve aradan yıllar geçmesine rağmen orada çalan şarkının adının hala bilmediğini söyledi. 

     “Çocukluğumun geçtiği evin arka bahçesinde, dut ağacında bir salıncağım vardı. Arkadaşlarım da gelse oradan kalkmazdım. Ama dutu o zamandır pek sevmem”

     “Neden?”

      Sabah pijamasını çıkartırken bir kez daha gördüğü çocukluk yarası geldi aklına. “Çok kötü düşmüştüm” dedi. “Hala geçmeyen ve yıllar geçmesine rağmen zaman zaman kabuk bağlayan bir yaram var. Yaranın büyüklüğünden belki, yarın hatırlayabileceğim yeni anılar yaratamıyorum. Çok bir şey yaşamıyorum ki anısı olsun, bugünlerin.  Keşke…”

     “Ne söyleyeceğini tahmin ediyorum galiba. Üzerine keşkeler yorulmaması gereken biriyim. Ama dilersen, bugünden bir anı olsun diye sana bir ayraç hediye edebilirim.”

     “Ağız alışkanlığı olsa da şuana kadarki keşkelerimin, en çok yakışan cümlesini kurmak üzereydim. Gerisi sana emanet.”

      Her şey biranda oluveriyordu. Her sözcük hiç düşünmeden en doğru yolu buluyordu.  Zaman ilerledikçe ilerledi, sohbet gittikçe koyulaştı. Tam bu sırada Vedat, hemen her şey üzerine konuşmalarına, rağmen kızın adını henüz öğrenmemiş oluşuna şaşırdı. Gittikçe güzelleşen sohbetin, şimdilik en güzel yerinde “Sahi adın ne senin?” diye hiç düşünmeden soruverdi. Kendisini Osman Abi’den sonra en rahat hissettiği kişiyle tanışmıştı ama adını bilmiyordu. Gülümseyerek, “Tuba” dedi kız.  Topal Osman’ı tanıyıp tanımadığını sordu, Vedat. Osman üzerine de biraz çene çaldıktan sonra,kitabevine gelen giden de olmayınca, Tuba’nın kitabevini kapatmasına yardım etti Vedat. Aynı sokağa doğru yürümeye başladılar. Güneş batıyordu.

     Osman Abi dışında neredeyse kimseyle konuşmayan Vedat ve bu hikaye için hakkında çok bir şey bilmediğimiz Tuba, yol boyunca, kitabevinde bıraktıkları sohbete devam ettiler.  Güngören ve Nehir apartmanlarının önüne geldiklerinde, artık birbirlerini tanıyor olmaktan duydukları sevinç içersindeydiler. Bu yeni tanıştığı arkadaşının elini mi sıksa yoksa sarılarak mı veda etse diye düşünürken, Tuba; “Birazdan bugünün bende bıraktığı gülümsemeyle uykuya dalacağım için şanslıyım, hadi sen de akşam serinliğine kendini kaptırmadan, içeri gir.” Dedi.  Sarıldılar.
     
     Apartmanın kapısından adım atmadan, gökyüzüne baktı. Parlak ve her bir yıldız ayrı ayrı seçiliyordu. Toz şeker taneleri gibi, yıldızları saymaya başlayabilirdi. Ancak, kendisini meşgul edecek çok daha güzel bir şey olduğu için, yüzünü anahtar deliğine doğru çevirirken; “Ne güzel hayat” dedi. "... ne güzel."



22 Nisan 2013 Pazartesi

gezinti



 Bu yazın, kötü bir “öykü” denemesidir.


Sıradan bir günün, sıradan akşamında,
“sanırım şu hayatta anlatacak hiçbir şeyim yok” deme cesaretini gösteren,
 sevgili arkadaşım Fatih Moralı’ya…



-nasılsın?
-iyi sayılırım, sen?
-ben sıradanım, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi diyor ya şair, ben, ya onu anlayamadığımdan ya da onun gibi düşünemediğimden, leş gibi kokmamak için duş alayım diyorum senden ayrıldıktan sonra.  Saçlarım, yağ içinde.


Günlerdir ya gece ile gündüzü birbirine karıştırıyordum ya da sırt üstü uzanıp uyku yerine tavanı seyreylemeyi seçiyordum. Bir arkadaşımın evindeyim, saat 04. Uzandım sırtüstü yatağa, tahmin edersiniz ki tavan ile ilk buluşmamız değil bu. İçeriden aynı aralıklarla duran, aynı aralıklarla çalışma seyrini arttıran buzdolabının sesi geliyor. Gözlerim kapandı kapanacak; fakat kürkçü dükkanına dönmeyen –yolunu şaşırmış, unutmuş da olabilir- birbirinden bir haber onlarca tilkinin bitmeyen akşam gezinti var bende.


Şimdi çok net hatırlayamıyorum.  Belli belirsiz bir gülümsemeyle yüzüme baktı. Öyle çok geç bir saat olmamasına karşın, sadece dört bankın olduğu park vari alanda bizden başka ne yaşlı adamlar ne de oyun oynayan çocuklar vardı. Bulutlu bir geceyi yaşasa da şehir, yine de size göz kırpan yıldızları görebileceğiniz,  her gökyüzüne baktığınızda  –içinizden tuttuğunuz, ona umut bağladığınız - kendi yıldızınıza selam verebileceğiniz türden, ne yüceltilmeye ne de olduğundan kötü göstermeye değer  bir akşamdı.

Gülümsemesinin izi hala dudaklarında, “başka?” diye sordu.
-onun dışında yalansız da yaşıyorum. Hiç değilse buna gayret ediyorum.
-iyi yapıyorsun.
-bilmem farkında mısın? Bir türlü sevgi duvarını aşamıyorum, o ayrı.
-aşma zaten, niye aşacaksın ki?
-haklısın.

Uzun uzun sustuk. Çoğu zaman, küçücük bir bakışın, onlarca cümleden daha anlamlı olduğunu düşünmüşümdür. İzmir’den eski bir arkadaşım söylemişti, “her şeye anlam vermeye çalışma Deniz. Böyle devam edersen anlamı olan şeyleri bile anlamsızlaştıracaksın.” yıllar geçmesine rağmen ses tonu, yüzü hala zihnimde. Biraz o arkadaşı ve söylediklerini anımsayarak, sessizliği uzun süre bozmadım. O da bir şey söylemedi. Söylemek istenilen ama bir türlü söylenilemeyen onlarca cümlenin, ilk harfleriydi konuştuklarımız.

Ellerini bacaklarının arasından çekti, kollarını birbirine bağladı. Hafif bir ürpertiyle; “Hava soğudu daha da soğuyacak kalksak mı?” Hiçbir şekilde onu kıramayacağımı biliyordum. Bıraksalar ömrümün sonuna kadar, onunla, o bankta tek bir sözcük dahi söylemeden, oturabilirdim. “Nasıl istersen” dedim. 

Yavaş yavaş yürümeye başladık. Ben elini tutmayı düşünürken, o yeşil paltosunun ceplerine sakladı ellerini.  Evine hiç gitmemiş olmama rağmen, iki sokak ileriden, sağa dönecekti.  Biraz daha onunla vakit geçirebilmek için, adımlarımı giderek küçültüyordum. Oysa benim aksime, belki de iyiden iyiye üşümeye başladığından giderek hızlanıyordu. Sokağın başına geldiğmizde, bi kaç saniye, birbirimize baktık. Yapılması gerekeni yaptık; sarıldık. Kendini bedenimden çektikten sonra, kal dememi beklemeden o ara sokağa girdi. Arkasından bir kez daha baktıktan sonra, evimin yolunu tuttum.

Apartmanın kapısına gelmeden birkaç metre önce, dairemin camlarına baktım. Işık yanmıyordu. Bir orhan veli şiiri geldi aklıma, ne zaman evde insan sesi var diye şükredecektim?  Apartmana girdiğimde çok da hoş kokmayan o alışık olduğum koku burnuma çarptı. Çöp kokusu eşliğinde, kötü bir şarkı dinler gibi merdivenleri çıktım. Ayak sesimi duyan kedimin kapının ardında beni beklediğini biliyordum. Anahtar üç kez döndü. Yalnız yaşamaya başladığım, eylül’den bu yana kapıları kilitlemeden ne dışarı çıkmayı ne de uyumayı alışkanlık haline getirmiştim.  Kapıyı tamamen açtığımda dünyayı keşfetme azmiyle dolan kedimin evden kaçacağını bildiğimden, bir elimle onu tutarak içeri girdim.  Dünyada belki de şehrimde benim evimden çok daha küçük evler vardır , bilmiyorum.  Yaşantımın çok büyük bir kısmını sürdürdüğüm ve zaruri haller dışında kolay kolay dışarı çıkmadığım –hiç olmazsa bile bu son zamanlarda böyle-  elli metre kare bile olmayan evimdeydim.

Bir zamanlar babamın hediyesi olan kol saatim olmadan evden dışarıya bir tek adım bile atmayan ve o saat olmadan kendimi anadan doğma hisseden ben, iki ay kadar önce saatimi kaybettiğimden, kitaplığın üzerinde duran minik analog saate baktım. Birkaç dakika sonra akrep tam 10’u gösterecekti.

…..

O parkta oturduğumuz gecenin ardından iki koca gün geçmesine rağmen evden dışarıya çıkmamıştım. Tam olarak ne zaman düzeni yitirdiğimi hatırlamasam da uyku saatim her geçen gün ileriye doğru kayıyordu. Güneş ışığını ise sadece doğarken görebiliyordum. Bu saatlerde sadece iki penceresi olan evimi havalandırıyor, üşüyene kadar sokağı izliyordum. Bir iç Anadolu kentinde, aralık ayında, sabah ayazını hesaba katmak oldukça akıllıca olacak tam bu noktada. Sonra, biraz olsun ısınmak için kendimi sokaktan kurtarıp battaniyeye sarıldığım zaman ise sızıp kalıyordum.  

Konu ne olursa olsun, beklemekten başka yapacak bir şeyim olmamasından ne kadar uyusam kardır, bu sayede günü daha kolay öldürürüm diye düşündüğümden bugün de yine güneş battıktan bir iki saat sonra uyanmıştım.  Mutfakta üç gündür yediğim bayat ekmeklerden ve birkaç kahvaltılıktan sonra, -mideme bir şeyler gitmesini istiyorsam- evime yalnızca elli metre uzaklıkta olan bakkala gitmeliydim. Bu iş ise çoğu zaman gözümde büyüdükçe büyürdü.  Sadece birkaç dakika sonra eve dönecek olmamı bilmeme rağmen belki yarım saat belki bir saat öteledikçe ötelerdim bu işi.

Üzerimdeki uyuşukluğu bir kenara bırakıp dışarı çıktım. Yürümeye başlayınca, onu özlediğimi fark ettim. Aslında fark etmek de değil, onu özlediğimi, ona söyleme cesaretini bir türü kendimde bulamayışıma kızıp onu aramaya karar verdim. Bu gece gidecekti.  Gitmeden bir kez daha onu görmek   istediğimi söyledim.  Hasta olduğunu ve otobüs saatine kadar dışarı çıkamayacağını ve dolayısıyla da görüşemeyeceğimizi söyledi. Üstelemedim. Ekmeği alıp eve döndüm. Ki bu sayede sokakta yalnız yürüdüğüm zamanı da minimalize etmiş oldum.

Akşam haberlerini izlerken ana, belki de tek besin kaynağım olan en ucuzundan alınmış sucuk ve kaşar peynirinden yaptığım tostu yiyordum. Haberler çoğu zaman ya canımı sıkıyor, ya da beni bir güzel eğlendiriyordu. Bu akşam da hindistanda, bir toplu taşıma aracında, yirmi üç yaşında bir kadına toplu tecavüzden bahsediyordu, televizyondan  cızırtıyla gelen ses. Daha fazla dinlemek istemeyip kanalları gezmeye başladım. İlgimi çeken bir şey bulamama rağmen kahvaltım bitesiye kadar televizyonu kapatmadım.

Biraz müzik yaparak, bazen de dinleyerek zamanı öldürmeye devam ettim. Saat on ikiyi geçmişti. Artık evde olmak ve bir şey yapmamak canımı sıkıyordu. Sevdiğim kadın ya da hayatımın bu noktasından sonra sevebileceğimi düşündüğüm kadın, bu gece gidecekti ve bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmemek oldukça kötü hissettiriyordu beni. Giyindim ve dışarı çıktım. Hiç olmazsa biraz yürürüm, kafamı dağıtırım diye düşündüm. Her sokağı birbirine benzeyen semtte, nereye gittiğimin bilincinde olmadan yürümeye başlamıştım.

...

Yol boyunca yürüdüm, bir başıma. Her ne kadar kendimi dışarıya atmayı gerektirecek bir nedenimin olduğunu kanaat getirsem de, bu uzunca bir süredir yapmak istediğim bir eylemdi.  Arabesk söylem ile sonbahardaki, solmuş yaprak misali, her sokağı birbirine benzeyen şehrimde nereye gideceğimi yahut gitmem gerektiğini bilmeden yaptığım, amaçsızca bir yürüme isteğiydi bu. Dinlediğim ve kimi zaman da düşündüğüm, –düşündüğüm diyorum, çünkü kötü bir müzisyenin bile yan yana gelmemiş nice notayı kavuşturma özlemi içinde hep vardır- beni yarım bir hüzne sokan şarkılardan dolayı, -anlattığım takdirde birkaç arkadaşımdan başka kimseye ulaşamayacak – şu halimi, yazmak istedim.

Adımlarım sıklaştıkça, ellerime bir türlü hakim olamadığımı fark ettim. Ellerimi nereye saklamalıydım? Daha yeni doğmuş bir bebek gibi yumruk yapıp başparmağımı pantolonumun cebine yerleştirdim bir süre.  Sonra, birkaç metre öteden kendime bakıyor olsaydım ne derdim diye düşündüm. Muhtemelen bu yalın yürüyüşümü, fazlaca ukala bulurdum. İki elimi de ceketimin cebinde buluşturduğum zaman her adımda, gittikçe daha çok kendini gösteren karnım ortaya çıkacaktı. (Ben özgüveni düşük, şişko bir adamım.) Ellerimle olan kavgamı bir kenara bırakıp, gördüğüm ilk bakkala girdim.  İki üç adet kağıt ve bir tükenmez kalem aldım, tükenmez kırmızı kalem.

 Parkın içinde, uzaktaki bir sokak lambasını gözüme kestirdim. Lambanın yanına yaklaştığımda –şimdi okuduğunuz, bu satırları yazabileceğim- bir bank aradım. Dizimin üzerinde birkaç satır karalarken halime gülüyordum ve uzakta sevgililer öpüşüyordu.
Saatime bakıp oturduğum banktan kalktım, birkaç adım daha attım ve gidenim değil de bekleyeceğim birisi varmış gibi gara gitmeyi düşündüm. Üşüyen zatıma, bir çay ısmarlar, olmadı gelen trenlerin vagonlarını sayardım. Vazgeçtim.

 Adımlarımı saymayı bıraktığım zaman kendimi üniversitenin önünde buldum. Yani otogardan değil de buradan otobüse biner diye düşündüğüm yerde.