Bu yazın, kötü bir “öykü” denemesidir.
Sıradan bir günün, sıradan akşamında,
“sanırım şu hayatta anlatacak hiçbir şeyim yok” deme cesaretini
gösteren,
sevgili arkadaşım Fatih
Moralı’ya…
-nasılsın?
-iyi sayılırım, sen?
-ben sıradanım, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi diyor ya
şair, ben, ya onu anlayamadığımdan ya da onun gibi düşünemediğimden, leş gibi
kokmamak için duş alayım diyorum senden ayrıldıktan sonra. Saçlarım, yağ içinde.
Günlerdir ya gece ile gündüzü birbirine karıştırıyordum ya
da sırt üstü uzanıp uyku yerine tavanı seyreylemeyi seçiyordum. Bir arkadaşımın
evindeyim, saat 04. Uzandım sırtüstü yatağa, tahmin edersiniz ki tavan ile ilk
buluşmamız değil bu. İçeriden aynı aralıklarla duran, aynı aralıklarla çalışma
seyrini arttıran buzdolabının sesi geliyor. Gözlerim kapandı kapanacak; fakat kürkçü
dükkanına dönmeyen –yolunu şaşırmış, unutmuş da olabilir- birbirinden bir haber
onlarca tilkinin bitmeyen akşam gezinti var bende.
Şimdi çok net hatırlayamıyorum. Belli belirsiz bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
Öyle çok geç bir saat olmamasına karşın, sadece dört bankın olduğu park vari
alanda bizden başka ne yaşlı adamlar ne de oyun oynayan çocuklar vardı. Bulutlu
bir geceyi yaşasa da şehir, yine de size göz kırpan yıldızları görebileceğiniz, her gökyüzüne baktığınızda –içinizden tuttuğunuz, ona umut bağladığınız
- kendi yıldızınıza selam verebileceğiniz türden, ne yüceltilmeye ne de
olduğundan kötü göstermeye değer bir
akşamdı.
Gülümsemesinin izi hala dudaklarında, “başka?” diye sordu.
-onun dışında yalansız da yaşıyorum. Hiç değilse buna gayret
ediyorum.
-iyi yapıyorsun.
-bilmem farkında mısın? Bir türlü sevgi duvarını aşamıyorum,
o ayrı.
-aşma zaten, niye aşacaksın ki?
-haklısın.
Uzun uzun sustuk. Çoğu zaman, küçücük bir bakışın, onlarca
cümleden daha anlamlı olduğunu düşünmüşümdür. İzmir’den eski bir arkadaşım
söylemişti, “her şeye anlam vermeye çalışma Deniz. Böyle devam edersen anlamı
olan şeyleri bile anlamsızlaştıracaksın.” yıllar geçmesine rağmen ses tonu,
yüzü hala zihnimde. Biraz o arkadaşı ve söylediklerini anımsayarak, sessizliği
uzun süre bozmadım. O da bir şey söylemedi. Söylemek istenilen ama bir türlü
söylenilemeyen onlarca cümlenin, ilk harfleriydi konuştuklarımız.
Ellerini bacaklarının arasından çekti, kollarını birbirine bağladı. Hafif bir ürpertiyle; “Hava soğudu daha da soğuyacak kalksak mı?” Hiçbir şekilde onu kıramayacağımı biliyordum. Bıraksalar ömrümün sonuna kadar, onunla, o bankta tek bir sözcük dahi söylemeden, oturabilirdim. “Nasıl istersen” dedim.
Yavaş yavaş yürümeye başladık. Ben elini tutmayı düşünürken, o yeşil paltosunun ceplerine sakladı ellerini. Evine hiç gitmemiş olmama rağmen, iki sokak ileriden, sağa dönecekti. Biraz daha onunla vakit geçirebilmek için, adımlarımı giderek küçültüyordum. Oysa benim aksime, belki de iyiden iyiye üşümeye başladığından giderek hızlanıyordu. Sokağın başına geldiğmizde, bi kaç saniye, birbirimize baktık. Yapılması gerekeni yaptık; sarıldık. Kendini bedenimden çektikten sonra, kal dememi beklemeden o ara sokağa girdi. Arkasından bir kez daha baktıktan sonra, evimin yolunu tuttum.
Apartmanın kapısına gelmeden birkaç metre önce, dairemin camlarına baktım. Işık yanmıyordu. Bir orhan veli şiiri geldi aklıma, ne zaman evde insan sesi var diye şükredecektim? Apartmana girdiğimde çok da hoş kokmayan o alışık olduğum koku burnuma çarptı. Çöp kokusu eşliğinde, kötü bir şarkı dinler gibi merdivenleri çıktım. Ayak sesimi duyan kedimin kapının ardında beni beklediğini biliyordum. Anahtar üç kez döndü. Yalnız yaşamaya başladığım, eylül’den bu yana kapıları kilitlemeden ne dışarı çıkmayı ne de uyumayı alışkanlık haline getirmiştim. Kapıyı tamamen açtığımda dünyayı keşfetme azmiyle dolan kedimin evden kaçacağını bildiğimden, bir elimle onu tutarak içeri girdim. Dünyada belki de şehrimde benim evimden çok daha küçük evler vardır , bilmiyorum. Yaşantımın çok büyük bir kısmını sürdürdüğüm ve zaruri haller dışında kolay kolay dışarı çıkmadığım –hiç olmazsa bile bu son zamanlarda böyle- elli metre kare bile olmayan evimdeydim.
Bir zamanlar babamın hediyesi olan kol saatim olmadan evden dışarıya bir tek adım bile atmayan ve o saat olmadan kendimi anadan doğma hisseden ben, iki ay kadar önce saatimi kaybettiğimden, kitaplığın üzerinde duran minik analog saate baktım. Birkaç dakika sonra akrep tam 10’u gösterecekti.
…..
O parkta oturduğumuz gecenin ardından iki koca gün geçmesine rağmen evden dışarıya çıkmamıştım. Tam olarak ne zaman düzeni yitirdiğimi hatırlamasam da uyku saatim her geçen gün ileriye doğru kayıyordu. Güneş ışığını ise sadece doğarken görebiliyordum. Bu saatlerde sadece iki penceresi olan evimi havalandırıyor, üşüyene kadar sokağı izliyordum. Bir iç Anadolu kentinde, aralık ayında, sabah ayazını hesaba katmak oldukça akıllıca olacak tam bu noktada. Sonra, biraz olsun ısınmak için kendimi sokaktan kurtarıp battaniyeye sarıldığım zaman ise sızıp kalıyordum.
Konu ne olursa olsun, beklemekten başka yapacak bir şeyim olmamasından ne kadar uyusam kardır, bu sayede günü daha kolay öldürürüm diye düşündüğümden bugün de yine güneş battıktan bir iki saat sonra uyanmıştım. Mutfakta üç gündür yediğim bayat ekmeklerden ve birkaç kahvaltılıktan sonra, -mideme bir şeyler gitmesini istiyorsam- evime yalnızca elli metre uzaklıkta olan bakkala gitmeliydim. Bu iş ise çoğu zaman gözümde büyüdükçe büyürdü. Sadece birkaç dakika sonra eve dönecek olmamı bilmeme rağmen belki yarım saat belki bir saat öteledikçe ötelerdim bu işi.
Üzerimdeki uyuşukluğu bir kenara bırakıp dışarı çıktım. Yürümeye başlayınca, onu özlediğimi fark ettim. Aslında fark etmek de değil, onu özlediğimi, ona söyleme cesaretini bir türü kendimde bulamayışıma kızıp onu aramaya karar verdim. Bu gece gidecekti. Gitmeden bir kez daha onu görmek istediğimi söyledim. Hasta olduğunu ve otobüs saatine kadar dışarı çıkamayacağını ve dolayısıyla da görüşemeyeceğimizi söyledi. Üstelemedim. Ekmeği alıp eve döndüm. Ki bu sayede sokakta yalnız yürüdüğüm zamanı da minimalize etmiş oldum.
Akşam haberlerini izlerken ana, belki de tek besin kaynağım olan en ucuzundan alınmış sucuk ve kaşar peynirinden yaptığım tostu yiyordum. Haberler çoğu zaman ya canımı sıkıyor, ya da beni bir güzel eğlendiriyordu. Bu akşam da hindistanda, bir toplu taşıma aracında, yirmi üç yaşında bir kadına toplu tecavüzden bahsediyordu, televizyondan cızırtıyla gelen ses. Daha fazla dinlemek istemeyip kanalları gezmeye başladım. İlgimi çeken bir şey bulamama rağmen kahvaltım bitesiye kadar televizyonu kapatmadım.
Biraz müzik yaparak, bazen de dinleyerek zamanı öldürmeye devam ettim. Saat on ikiyi geçmişti. Artık evde olmak ve bir şey yapmamak canımı sıkıyordu. Sevdiğim kadın ya da hayatımın bu noktasından sonra sevebileceğimi düşündüğüm kadın, bu gece gidecekti ve bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmemek oldukça kötü hissettiriyordu beni. Giyindim ve dışarı çıktım. Hiç olmazsa biraz yürürüm, kafamı dağıtırım diye düşündüm. Her sokağı birbirine benzeyen semtte, nereye gittiğimin bilincinde olmadan yürümeye başlamıştım.
...
Yol boyunca yürüdüm, bir başıma. Her ne kadar kendimi dışarıya atmayı gerektirecek bir nedenimin olduğunu kanaat getirsem de, bu uzunca bir süredir yapmak istediğim bir eylemdi. Arabesk söylem ile sonbahardaki, solmuş yaprak misali, her sokağı birbirine benzeyen şehrimde nereye gideceğimi yahut gitmem gerektiğini bilmeden yaptığım, amaçsızca bir yürüme isteğiydi bu. Dinlediğim ve kimi zaman da düşündüğüm, –düşündüğüm diyorum, çünkü kötü bir müzisyenin bile yan yana gelmemiş nice notayı kavuşturma özlemi içinde hep vardır- beni yarım bir hüzne sokan şarkılardan dolayı, -anlattığım takdirde birkaç arkadaşımdan başka kimseye ulaşamayacak – şu halimi, yazmak istedim.
Adımlarım sıklaştıkça, ellerime bir türlü hakim olamadığımı fark ettim. Ellerimi nereye saklamalıydım? Daha yeni doğmuş bir bebek gibi yumruk yapıp başparmağımı pantolonumun cebine yerleştirdim bir süre. Sonra, birkaç metre öteden kendime bakıyor olsaydım ne derdim diye düşündüm. Muhtemelen bu yalın yürüyüşümü, fazlaca ukala bulurdum. İki elimi de ceketimin cebinde buluşturduğum zaman her adımda, gittikçe daha çok kendini gösteren karnım ortaya çıkacaktı. (Ben özgüveni düşük, şişko bir adamım.) Ellerimle olan kavgamı bir kenara bırakıp, gördüğüm ilk bakkala girdim. İki üç adet kağıt ve bir tükenmez kalem aldım, tükenmez kırmızı kalem.
Parkın içinde, uzaktaki bir sokak lambasını gözüme kestirdim. Lambanın yanına yaklaştığımda –şimdi okuduğunuz, bu satırları yazabileceğim- bir bank aradım. Dizimin üzerinde birkaç satır karalarken halime gülüyordum ve uzakta sevgililer öpüşüyordu.
Saatime bakıp oturduğum banktan kalktım, birkaç adım daha
attım ve gidenim değil de bekleyeceğim birisi varmış gibi gara gitmeyi
düşündüm. Üşüyen zatıma, bir çay ısmarlar, olmadı gelen trenlerin vagonlarını
sayardım. Vazgeçtim.
Adımlarımı saymayı bıraktığım zaman kendimi üniversitenin önünde buldum. Yani otogardan değil de buradan otobüse biner diye düşündüğüm yerde.