30 Nisan 2018 Pazartesi

İşsizlik




Cem Acer için,



Evden vakitsiz, bir de üzerine sebepsiz çıkma huyum pek azdır. Bu sebepledir ki bir dostumun beni aramasının ya da bir tanıdığın bana işi düşmesinin özlemini duyarım. Öyle pek de işi düşülecek adam olmadığımın farkındayım. Elektrik tesisatından az biraz anlarım, tek başına çamaşır makinasını dördüncü kata çıkarabilirim. Haftada bir iki böyle  iş gelir, yolumu bulurum.  En iyi arkadaşım, Sait'tir. Çamaşır makinasını tek başıma dördüncü kata çıkarabilirim dedim ama henüz tek başıma girmedim böyle bir yükün altına. Bir kere aşık olmuştum, bir kaç yüz kilo vardı. Buradan da birazcık olsun abartmayı sevdiğimi sanıyorum ki fark etmişsinizdir. Kız olsa olsa kırk kiloydu, ne yalan söyleyeyim. Henüz Sait'i tanımıyordum o zamanlar. Dünyanın en güzel gülüşü, aşık olduğum kızındı. Yani ben öyle sanıyordum. Tabi bu ne ilk ne de son yanılgımdı. Yanılgı, yenilgi... Adı her neyse.  Ama bunu daha sonra anlatacağım.

Sait'le beraber çalışırız. Bir ucundan da o tutar işin. Yevmiyeleri aldıktan sonra, o gün çok yorgun değilsek Sait'le önce bir yemek yeriz.  Sait, sulu köfteyi çok sever, bense karnabahar kızartmasını.  Lokantadaki garson çocuğun adı Salim'dir. Kaşları neredeyse bitişik, şişman demeye dilim varmıyor ama yaşıtlarına göre bir hayli kalıplı olan Salim, siyah kumaş pantolonun üzerine, beyaz gömleğinin yakaları gözükecek şekilde yine siyah bir kazak giyer. Gerçi burada çalışan herkes aynı şekilde giyinir. Salimi bu lokantanın dışında üzerinde başka herhangi bir elbise ile görsem tanımakta epey güçlük çekebilirim. Çünkü, bu siyah pantolon ve kazağın altındaki Salim'i, yirmili yaşlarında bir kızın şehvet ile hayal edebileceği düşüncesi bana epey uzak gelir. Salim gece yatağına uzandığında aynı genç kızın hayalini kurar mı? Bilemiyorum.  Sanki ben bu dünyaya amele olmak için geldim de Salim hakkında böyle atıp tutuyorum.

Yemek bittikten sonra, "çay, kahve ne ikram edeyim" diye sorar Salim. Saat daha erken, Kahveyi Hüseyin Abi'nin orda içelim der Sait.

-Hem sonra belki, bir iki kadeh de rakı yuvarlarız ha ne dersin?

-Ne diyeceğim. Allah derim.

Sait'e şaşar dururum. Zayıf, hastalıklı bir görüntüsü vardır. Onca ağır yükün altına girip bu çelimsiz adam nasıl da gık demeden çalışır, hayret ederim. Az şekerli kahvesini içerken, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşur. Sigarasını özenle kalem gibi sarar. Sigarasından aldığı ilk nefesten sonra, yüzündeki belli belirsiz tebessüm iyice gün yüzüne çıkar. Kahvesinden ikinci yudumu aldıktan sonra, dudakları kulaklarına varıncaya dek uzar gider. Sait'i böyle görmek, cebinde ev kirasını ödeyeceği parasının olduğunu bilmek bana mutluluk verir. Az önce bahsettiğim, dünyanın en güzel gülüşü işte bu gülüştür. O da bir kadına değil Sait'e aittir. Çelimsiz vücudunun içinde, hayata karşı her zaman dik durabilen bir adamdı Sait. Hiç bir şey moralini bozmaz mı bu adamın derdim.

Daha eylül ayında kışın yağacak karın hayalini kuruyordum.  Sait'in sırtına küçük bir kar topu atacaktım.  Sait sırtındaki darbenin etkisiyle, ağzında emaneten duran sigarasını düşürecek, arkasına dönüp  "ulan işin gücün kaytarmak" diyecekti. Sigara, yere düşüp karların arasında ıslanmış olduğu için tekrar içilmez hale geldiğinde, Sait'in öfkeyle karışık beni seven sesini duyacaktım.

-Bu soğukta zehirleneceğiz diye, sigarayı sararken ellerim donuyor be!

Dünün aynısı, bugün ve yarınların arka arkaya sıralandığı, "başarısız, boktan bir kış" geçiriyorduk. Aralık ayına geldiğimizde, gideceğimiz evlerin adreslerini unutmamak için not aldığım küçük defterim istemeden kötü bir günceye dönüşüyordu.

Bir kar yağsa, yüreğim feraha kavuşacak gibi geliyor. Aralığın 13'ü oldu, hava 15 derece, dışarıda pırıl pırıl bir güneş.  Bir kar yağsa diyorum, beyaz bir örtü kaplasa tüm sokakları, canımı sıkan, acıtan ne varsa temizleyeceğim. Ama hava güzel. Hava kahretsin çok güzel.  

Mutlu olmayı hava durumuna, hem de pek çok insanın aksine havanın kötü olmasına bağlamak hayatımda yaptığım ilk yanlış değildi. Bundan uzun süre önce babamla kavga edip amele mi olacaksın dediğinde, evet amele olacağım demek yerine ağzımdan başka bir mesleğin adı çıkmış olsaydı belki Sait'le hiç tanışamazdım. Bir yanlış içinde henüz ortaya çıkmamış kaç doğruyu barındırır?

Mart'ın ortalarına kadar günlerim yere düşecek karı beklemekle geçti. Havanın soğuk olması, bir hafta süren yağmur beni mutlu etmeye yetmiyordu. Bir romanda mı okumuştum yoksa bir duvarda mı görmüştüm? Neydi? Güzel günler yalnız kışın yaşanır diyordu. İçtenliği, Sait'in az şekerli kahvesinde, üşüyen, ısınmak için birbirine sokulan insanların yüzünde arıyordum.  Ağaçlar çiçek açtığında bunu yalancı bir bahar sanmıştım. Ancak daha az odun kırmaya başladığım, ve Sait'in gecekondusunun bahçesindeki erik ağacının çiçekleri üzerinde uçuşan arıları gördüğümde umudumu tamamen yitirmiştim.

Bir kaç gündür, telefonlarımız çalmıyordu. Kısaca, işsizdik. Hem odun masrafından kaçınmak hem de akşam rakısına para ayırmak için Sait'te kalıyordum.  Evde bunaldım, bir turlayayım, nakliyecileri dolaşayım diyerek Sait'in evinden çıktım.  Nereye gideceğimi bilmeden yürüyordum. Sokağın sonunda, tek başına oturan, düz saçları neredeyse gözlerini kapatacak küçük bir çocuk dikkatimi çekti. Usul usul yanına yaklaştım. Şu kırk kilo olan kızın karşına ilk kez çıkacağım vakitten daha az heyecan duyarak "Merhaba çocuk, ne yapıyorsun burada?" dedim.

-Ben çocuk değilim. Ben küçükken çocuktum. Şimdi değilim.

-Şimdi de küçüksün be... Kaç yaşındasın sen?

Yüzüme bakmadan, elini havaya kaldırarak, parmaklarıyla sekizi gösterdi.

-O zaman küçük çocukmuşsun, şimdi de büyük çocuk olmuşsun.

-Hayır, git burdan.

 -Neden gidecekmişim. Babanın sokağı mı?

-Babamın sokağı yok ki ceketi var. Cebinden bana çikolata çıkıyor.

-Sihirli mi o ceket?

-Bilmem... ben küçükken..

-Sen kaç yaşındayken?

-Ben küçükken işte! Bi tane şeyim vardı çok güzeldi. Onu bana babam almıştı.

-Neyi, şey işte ya böyle... Böyle...

 Ne yapıyorsun burada tek başına?

-Annemi bekliyom.

-Annen nerde?

- Karşıda, na şurda. Ben yoruldum yürümücem dedim. bekle geliyom dedi. Bu torbaları da bana bıraktı.

-Peki anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun?

-İkisini de.

Kendisine daha önce defalarca sorulmuş olabilecek  bu soruyu neden sordum, bilmiyorum. Sait'i demesini mi bekliyordum? Sevgiyi tanımlamaya çalışırken Sait'ten ve birazdan adının Onur olduğunu öğreneceğim yeni arkadaşımdan yardım alıyordum galiba.
  
-Hayır hayır, hangisini daha çok?

-Babamı bi de annemi, babamı..

-Neden?

- Çünkü oyuncak alıyo... Çikolata alıyo...

-Babanın parası çok o zaman.

-Yoo...

-E baban bunları alamasa sevmez miydin?

-Severdim.

-Ama çok mu sevmezdin o zaman?

-Severdim be! Yine çok severdim. Mesela ben kedileri çok seviyom, ama onlar beni çok sevmiyo, hemen kaçıyola... Ama ben çok seviyom, annemle süt veriyoz onlara. Süt vermesem de kaçıyola, versem de.  Babamı da annemi de kedileri de çok seviyom ben. Sen kimi çok seviyon?

-Sait'i. Senin adın ne?

-Onur? Seninki?

-İbrahim.  Onur benim arkadaşım olur musun?

-Annem izin verirse, olurum.

-Sen annenle konuş ben seni bulurum o zaman. Sait beni bekliyor, şimdi gitmem lazım.

-Tamam, İbrahim. Arkadaşım olduğuna göre amca demem ama.

-Senin canını yerim, deme sakın!

Az ileride sokağın başında seyyar nohut pilav satan bir adam vardı. Sait yemek yemiş miydi acaba? Ne yiyecek ki, evde domates ve bozulmak üzere olan bir kaç biberden başka bir şey yoktu. Cebime baktım, param vardı. Bu akşam da pekala nohut pilav yiyebilirdik. Paket yaptırıp evin yolunu tuttum. Sevdiğim duvar yazılarını tekrar tekrar okuyarak keyifleniyordum. Sırf bu yüzden bir kaç sokak yolumu da uzatmıştım. Hala duvarlara yazı yazan insanların olduğunu bilmek benim için çok güzeldi. Korkuyordum, kendimi yorgun hissediyordum.  Bahçe kapısının sürgüsünü açtım. Ağaçtan henüz olmamış, küçük ekşi bir erik koparıp ağzıma attım. Anahtarım güç dönüyordu kilidinde.  Çok güzel bir şiir vardı, yine bu sözcüklerle. Ama ben de durum biraz farklıydı, Sait'im, dostum evdeydi. İçeri girdiğimde Sait'i koltukta uyuklarken buldum, sesime uyandı. "Ne oldu bir şeyler bulabildin mi?" dedi.

-Unuttum.

- Ne yaptın peki bu kadar saat dışarıda?

-Onurla tanıştım. Ona seni anlattım. Bilmiş, afacan bir çocuk görmen lazım. Bak bir de pilav aldım. Açsın değil mi?

-Açım tabi, aç olmaz olur muyum?

Yemeği yedikten sonra, ikimiz de peki ya şimdi ne yapacağız der gibi birbirimize bakakaldık. Pencereden perdeyi aralayarak odanın içine dolan soğuk bir rüzgar gibi sessizlik, masamıza geldi, oturdu. Şehirdeki  sıradan iki insanın şuan ne düşündüğü, ne hissettiği kimi ilgilendirir? Birbirleri ile ne konuşurlar, anlatacak neleri vardır? Sessizliği, kör bir bıçakla ikiye bölmek üzereydim.

-Sait madem böyle ikimiz de susuyoruz. Anlatayım da dinle. Biliyorsun, bizimkilerle aram pek iyi değil. Babam okulu bitirmemi, kendisinden daha fazla para kazanmamı istiyordu. Ancak ona göre ben, yirmili yaşlarında solculuk oynayan bir gençtim. Bir sabah uyandığımda, senin kadar çok sevdiğim Şahin'in gözaltına alındığı haberini aldım.  Aynı günün öğleninde kampüste yapılan yürüyüşten sonra Şahin'le aynı nezarethanede sabahladık. Ertesi gün bizi ve yürüyüşe katılan diğer kırk iki kişiyi Ankara'ya götürdüler. Terör suçlarına ağır ceza mahkemesi bakıyormuş. Beni propaganda yapmak, Şahin ve arkadaşlarını övmek suçundan iki yıla, Şahin'i ve arkadaşlarını ise örgüt üyesi olmak suçundan altı yıla mahkum ettiler. O iki yıl bir sürü kitap okudum. Şahinin kitap okumak için hala sekiz ayı var. Benim okulu yarım bırakıp amele olma hikayem kısaca böyle. Sonra, seni tanıdım. Ancak bunu şimdi daha fazla anlatmak istemiyorum. Hikayenin gerisini de Şahin'den dinlersin.

 Sekiz ay sonra, Şahinle oturur üçümüz yine bu evde rakı içeriz, ne dersin? Hem kış da gelmiş olur. Bakarsın kar bile yağar.



...
İşbu öykü, en kötü vakitlerde yanımda olan, canım ağabeyim, dostum, yoldaşım Sait Faik Abasıyanık'a olan borcumdur. Sürç-i lisan eylediysem affola.

Nisan 2018
Deniz Perhan