30 Nisan 2018 Pazartesi

İşsizlik




Cem Acer için,



Evden vakitsiz, bir de üzerine sebepsiz çıkma huyum pek azdır. Bu sebepledir ki bir dostumun beni aramasının ya da bir tanıdığın bana işi düşmesinin özlemini duyarım. Öyle pek de işi düşülecek adam olmadığımın farkındayım. Elektrik tesisatından az biraz anlarım, tek başına çamaşır makinasını dördüncü kata çıkarabilirim. Haftada bir iki böyle  iş gelir, yolumu bulurum.  En iyi arkadaşım, Sait'tir. Çamaşır makinasını tek başıma dördüncü kata çıkarabilirim dedim ama henüz tek başıma girmedim böyle bir yükün altına. Bir kere aşık olmuştum, bir kaç yüz kilo vardı. Buradan da birazcık olsun abartmayı sevdiğimi sanıyorum ki fark etmişsinizdir. Kız olsa olsa kırk kiloydu, ne yalan söyleyeyim. Henüz Sait'i tanımıyordum o zamanlar. Dünyanın en güzel gülüşü, aşık olduğum kızındı. Yani ben öyle sanıyordum. Tabi bu ne ilk ne de son yanılgımdı. Yanılgı, yenilgi... Adı her neyse.  Ama bunu daha sonra anlatacağım.

Sait'le beraber çalışırız. Bir ucundan da o tutar işin. Yevmiyeleri aldıktan sonra, o gün çok yorgun değilsek Sait'le önce bir yemek yeriz.  Sait, sulu köfteyi çok sever, bense karnabahar kızartmasını.  Lokantadaki garson çocuğun adı Salim'dir. Kaşları neredeyse bitişik, şişman demeye dilim varmıyor ama yaşıtlarına göre bir hayli kalıplı olan Salim, siyah kumaş pantolonun üzerine, beyaz gömleğinin yakaları gözükecek şekilde yine siyah bir kazak giyer. Gerçi burada çalışan herkes aynı şekilde giyinir. Salimi bu lokantanın dışında üzerinde başka herhangi bir elbise ile görsem tanımakta epey güçlük çekebilirim. Çünkü, bu siyah pantolon ve kazağın altındaki Salim'i, yirmili yaşlarında bir kızın şehvet ile hayal edebileceği düşüncesi bana epey uzak gelir. Salim gece yatağına uzandığında aynı genç kızın hayalini kurar mı? Bilemiyorum.  Sanki ben bu dünyaya amele olmak için geldim de Salim hakkında böyle atıp tutuyorum.

Yemek bittikten sonra, "çay, kahve ne ikram edeyim" diye sorar Salim. Saat daha erken, Kahveyi Hüseyin Abi'nin orda içelim der Sait.

-Hem sonra belki, bir iki kadeh de rakı yuvarlarız ha ne dersin?

-Ne diyeceğim. Allah derim.

Sait'e şaşar dururum. Zayıf, hastalıklı bir görüntüsü vardır. Onca ağır yükün altına girip bu çelimsiz adam nasıl da gık demeden çalışır, hayret ederim. Az şekerli kahvesini içerken, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşur. Sigarasını özenle kalem gibi sarar. Sigarasından aldığı ilk nefesten sonra, yüzündeki belli belirsiz tebessüm iyice gün yüzüne çıkar. Kahvesinden ikinci yudumu aldıktan sonra, dudakları kulaklarına varıncaya dek uzar gider. Sait'i böyle görmek, cebinde ev kirasını ödeyeceği parasının olduğunu bilmek bana mutluluk verir. Az önce bahsettiğim, dünyanın en güzel gülüşü işte bu gülüştür. O da bir kadına değil Sait'e aittir. Çelimsiz vücudunun içinde, hayata karşı her zaman dik durabilen bir adamdı Sait. Hiç bir şey moralini bozmaz mı bu adamın derdim.

Daha eylül ayında kışın yağacak karın hayalini kuruyordum.  Sait'in sırtına küçük bir kar topu atacaktım.  Sait sırtındaki darbenin etkisiyle, ağzında emaneten duran sigarasını düşürecek, arkasına dönüp  "ulan işin gücün kaytarmak" diyecekti. Sigara, yere düşüp karların arasında ıslanmış olduğu için tekrar içilmez hale geldiğinde, Sait'in öfkeyle karışık beni seven sesini duyacaktım.

-Bu soğukta zehirleneceğiz diye, sigarayı sararken ellerim donuyor be!

Dünün aynısı, bugün ve yarınların arka arkaya sıralandığı, "başarısız, boktan bir kış" geçiriyorduk. Aralık ayına geldiğimizde, gideceğimiz evlerin adreslerini unutmamak için not aldığım küçük defterim istemeden kötü bir günceye dönüşüyordu.

Bir kar yağsa, yüreğim feraha kavuşacak gibi geliyor. Aralığın 13'ü oldu, hava 15 derece, dışarıda pırıl pırıl bir güneş.  Bir kar yağsa diyorum, beyaz bir örtü kaplasa tüm sokakları, canımı sıkan, acıtan ne varsa temizleyeceğim. Ama hava güzel. Hava kahretsin çok güzel.  

Mutlu olmayı hava durumuna, hem de pek çok insanın aksine havanın kötü olmasına bağlamak hayatımda yaptığım ilk yanlış değildi. Bundan uzun süre önce babamla kavga edip amele mi olacaksın dediğinde, evet amele olacağım demek yerine ağzımdan başka bir mesleğin adı çıkmış olsaydı belki Sait'le hiç tanışamazdım. Bir yanlış içinde henüz ortaya çıkmamış kaç doğruyu barındırır?

Mart'ın ortalarına kadar günlerim yere düşecek karı beklemekle geçti. Havanın soğuk olması, bir hafta süren yağmur beni mutlu etmeye yetmiyordu. Bir romanda mı okumuştum yoksa bir duvarda mı görmüştüm? Neydi? Güzel günler yalnız kışın yaşanır diyordu. İçtenliği, Sait'in az şekerli kahvesinde, üşüyen, ısınmak için birbirine sokulan insanların yüzünde arıyordum.  Ağaçlar çiçek açtığında bunu yalancı bir bahar sanmıştım. Ancak daha az odun kırmaya başladığım, ve Sait'in gecekondusunun bahçesindeki erik ağacının çiçekleri üzerinde uçuşan arıları gördüğümde umudumu tamamen yitirmiştim.

Bir kaç gündür, telefonlarımız çalmıyordu. Kısaca, işsizdik. Hem odun masrafından kaçınmak hem de akşam rakısına para ayırmak için Sait'te kalıyordum.  Evde bunaldım, bir turlayayım, nakliyecileri dolaşayım diyerek Sait'in evinden çıktım.  Nereye gideceğimi bilmeden yürüyordum. Sokağın sonunda, tek başına oturan, düz saçları neredeyse gözlerini kapatacak küçük bir çocuk dikkatimi çekti. Usul usul yanına yaklaştım. Şu kırk kilo olan kızın karşına ilk kez çıkacağım vakitten daha az heyecan duyarak "Merhaba çocuk, ne yapıyorsun burada?" dedim.

-Ben çocuk değilim. Ben küçükken çocuktum. Şimdi değilim.

-Şimdi de küçüksün be... Kaç yaşındasın sen?

Yüzüme bakmadan, elini havaya kaldırarak, parmaklarıyla sekizi gösterdi.

-O zaman küçük çocukmuşsun, şimdi de büyük çocuk olmuşsun.

-Hayır, git burdan.

 -Neden gidecekmişim. Babanın sokağı mı?

-Babamın sokağı yok ki ceketi var. Cebinden bana çikolata çıkıyor.

-Sihirli mi o ceket?

-Bilmem... ben küçükken..

-Sen kaç yaşındayken?

-Ben küçükken işte! Bi tane şeyim vardı çok güzeldi. Onu bana babam almıştı.

-Neyi, şey işte ya böyle... Böyle...

 Ne yapıyorsun burada tek başına?

-Annemi bekliyom.

-Annen nerde?

- Karşıda, na şurda. Ben yoruldum yürümücem dedim. bekle geliyom dedi. Bu torbaları da bana bıraktı.

-Peki anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun?

-İkisini de.

Kendisine daha önce defalarca sorulmuş olabilecek  bu soruyu neden sordum, bilmiyorum. Sait'i demesini mi bekliyordum? Sevgiyi tanımlamaya çalışırken Sait'ten ve birazdan adının Onur olduğunu öğreneceğim yeni arkadaşımdan yardım alıyordum galiba.
  
-Hayır hayır, hangisini daha çok?

-Babamı bi de annemi, babamı..

-Neden?

- Çünkü oyuncak alıyo... Çikolata alıyo...

-Babanın parası çok o zaman.

-Yoo...

-E baban bunları alamasa sevmez miydin?

-Severdim.

-Ama çok mu sevmezdin o zaman?

-Severdim be! Yine çok severdim. Mesela ben kedileri çok seviyom, ama onlar beni çok sevmiyo, hemen kaçıyola... Ama ben çok seviyom, annemle süt veriyoz onlara. Süt vermesem de kaçıyola, versem de.  Babamı da annemi de kedileri de çok seviyom ben. Sen kimi çok seviyon?

-Sait'i. Senin adın ne?

-Onur? Seninki?

-İbrahim.  Onur benim arkadaşım olur musun?

-Annem izin verirse, olurum.

-Sen annenle konuş ben seni bulurum o zaman. Sait beni bekliyor, şimdi gitmem lazım.

-Tamam, İbrahim. Arkadaşım olduğuna göre amca demem ama.

-Senin canını yerim, deme sakın!

Az ileride sokağın başında seyyar nohut pilav satan bir adam vardı. Sait yemek yemiş miydi acaba? Ne yiyecek ki, evde domates ve bozulmak üzere olan bir kaç biberden başka bir şey yoktu. Cebime baktım, param vardı. Bu akşam da pekala nohut pilav yiyebilirdik. Paket yaptırıp evin yolunu tuttum. Sevdiğim duvar yazılarını tekrar tekrar okuyarak keyifleniyordum. Sırf bu yüzden bir kaç sokak yolumu da uzatmıştım. Hala duvarlara yazı yazan insanların olduğunu bilmek benim için çok güzeldi. Korkuyordum, kendimi yorgun hissediyordum.  Bahçe kapısının sürgüsünü açtım. Ağaçtan henüz olmamış, küçük ekşi bir erik koparıp ağzıma attım. Anahtarım güç dönüyordu kilidinde.  Çok güzel bir şiir vardı, yine bu sözcüklerle. Ama ben de durum biraz farklıydı, Sait'im, dostum evdeydi. İçeri girdiğimde Sait'i koltukta uyuklarken buldum, sesime uyandı. "Ne oldu bir şeyler bulabildin mi?" dedi.

-Unuttum.

- Ne yaptın peki bu kadar saat dışarıda?

-Onurla tanıştım. Ona seni anlattım. Bilmiş, afacan bir çocuk görmen lazım. Bak bir de pilav aldım. Açsın değil mi?

-Açım tabi, aç olmaz olur muyum?

Yemeği yedikten sonra, ikimiz de peki ya şimdi ne yapacağız der gibi birbirimize bakakaldık. Pencereden perdeyi aralayarak odanın içine dolan soğuk bir rüzgar gibi sessizlik, masamıza geldi, oturdu. Şehirdeki  sıradan iki insanın şuan ne düşündüğü, ne hissettiği kimi ilgilendirir? Birbirleri ile ne konuşurlar, anlatacak neleri vardır? Sessizliği, kör bir bıçakla ikiye bölmek üzereydim.

-Sait madem böyle ikimiz de susuyoruz. Anlatayım da dinle. Biliyorsun, bizimkilerle aram pek iyi değil. Babam okulu bitirmemi, kendisinden daha fazla para kazanmamı istiyordu. Ancak ona göre ben, yirmili yaşlarında solculuk oynayan bir gençtim. Bir sabah uyandığımda, senin kadar çok sevdiğim Şahin'in gözaltına alındığı haberini aldım.  Aynı günün öğleninde kampüste yapılan yürüyüşten sonra Şahin'le aynı nezarethanede sabahladık. Ertesi gün bizi ve yürüyüşe katılan diğer kırk iki kişiyi Ankara'ya götürdüler. Terör suçlarına ağır ceza mahkemesi bakıyormuş. Beni propaganda yapmak, Şahin ve arkadaşlarını övmek suçundan iki yıla, Şahin'i ve arkadaşlarını ise örgüt üyesi olmak suçundan altı yıla mahkum ettiler. O iki yıl bir sürü kitap okudum. Şahinin kitap okumak için hala sekiz ayı var. Benim okulu yarım bırakıp amele olma hikayem kısaca böyle. Sonra, seni tanıdım. Ancak bunu şimdi daha fazla anlatmak istemiyorum. Hikayenin gerisini de Şahin'den dinlersin.

 Sekiz ay sonra, Şahinle oturur üçümüz yine bu evde rakı içeriz, ne dersin? Hem kış da gelmiş olur. Bakarsın kar bile yağar.



...
İşbu öykü, en kötü vakitlerde yanımda olan, canım ağabeyim, dostum, yoldaşım Sait Faik Abasıyanık'a olan borcumdur. Sürç-i lisan eylediysem affola.

Nisan 2018
Deniz Perhan



23 Kasım 2017 Perşembe

Marteniçka



İnsanlar, sınıf damgalarını taşırlar avuçlarının içinde. Tam olarak böyle diyordu, Nazım Hikmet. Avuçlarından kayıp giden kırmızı, beyaz ipler ile örülmüş bilekliği masanın üzerine bıraktı. Marteniçka... Marteniçka, satın alınmaz, kendin için yapılmaz. Ancak birisi tarafından hediye edilir ve yılın ilk leyleği görüldüğünde, bilekten çıkarılır. Bir ağacın, çiçek açan dallarına umut ile bağlanır. Balkanlarda eski bir gelenekmiş bu, ben yeni öğrendim. Ancak en son kaç yaşımdayken leylek gördüğümü hatırlamıyorum bile. Mustafa da hatırlamıyor.

Hayatında aldığı en güzel hediyeyi, öylesine, sırf bahar geldi diye bir dala bağlayıp gidemezdi. Marteniçkayı aldığı günden bu yana, yedi ay geçmişti. Çiçek açan ağaçlar yine yaprak döküyor, kışa hazırlanıyordu.  Doğa her seferinde, her mevsime her koşula hazırlığını tam yapıyor ancak, Mustafa, hiç bir şeye hiç bir zaman hazır olamıyordu. Masanın üzerinde duran marteniçkaya bakıyor, kapının çalmasını, eşikten Elif'in girmesini bekliyordu. Sokaktan bir kaç kişinin gürültüsü geldi. Kapı açıldı. Elif gelmeyecek, bunu en az benim kadar siz de biliyorsunuz. Bundan sonra bu öykünün anlatıcısı olarak tek bir söz söylemeyeceğim.

-Dondum be!

-Şunları dolaba koyayım. Hava da buz gibi, nasıl çişim geldi, su döküp geliyorum.

- Lan! Mustafa! Sen geleli, en az bir saat oldu. Daha sobayı yakmamışsın.

- Denedim abi de yakamadım.

-Tamam ben hallederim şimdi. Dükkandan çıkarken biraz kötüydün. Şimdi iyi misin?

- İyiyim, iyiyim. Bir sıkıntı yok.

- Tekelin orada polisler dolaşıyordu. İçkileri çantaya atarken görmedim ibneyi.  Göt herif sıcak bira vermiş. Biraları dolaba koydum. Şarabı da açmamış. Tirbuşon var mı evde?

- Yok. Mantarı içine kaktırırız.

- Olur, sen şarabı aç. Kamil de sobayı yaksın. Ben de şu pikap çalışıyor mu bir bakayım.

-Mustafa, burada çıra var görmedin mi lan? Cehennemde Allah böyle ateş yakamaz. Birazdan hepiniz kendinize gelirsiniz.  Onur nerede kaldı?

-Ateşi Allah yakmıyor, zebanilerine yaktırıyor.

- Orada Allah patronsa, burada da Allah benim. Var mı itirazı olan?

-Yok Kamil yok. Pardon patron. Hah! Şarap açıldı. Haydi, paydosa kaldırın kadehleri.

-Kadehe bak, plastik bardak amına koyayım.

-Neyse ne amına koyayım.

-Ben ikinizin de amına koyayım.

- Nasıl rahatladım küfür edince, dükkanda müşterilerin yanında sinirimi boşaltamıyorum anasını sattığımının. Nazik olacağım diye götüm çatlıyor. Meymenetsiz karılar. Sanırsın İngiliz kraliyet ailesinin kızları Bugün gelenleri hatırlıyorsunuz di mi? Tutturdu kredi kartıyla ödeyeceğim diye. Post cihazı arızalandı diyorum. Sonra ödersiniz diyorum. Burnundan kıl aldırmıyor lale. Borçlu kalamazmış. Ne yapacağım götümün arasından mı geçireceğim kartı.

- Sen dükkanda da Allah değil misin? Gönderseydin zebanilerin yanına.

-Sanki bilmiyorsun, ne kazandığımızı? Çok mu meraklıyım sanki o kasanın başında durmaya. Hepinizden önce ben açıyorum dükkanı. Belki sizin götünüzde pireler uçuyor o saatte.

-Açma, o saatte müşteri mi geliyor sanki?

-Yerleri süpüren, camı silen Allah mı olur?

-Valla, hekesin bildiği Allah'tan daha güzel olacağı kesin.

-Bu, Lenin fıkrası gibi. Hani Lenin ölüyor, cehenneme gidiyor da herkesi örgütlüyor. 
Allah da en sonunda Allah yok hepimiz kardeşiz diyor onun gibi oldu be Kamil.

-He biliyorum o fıkrayı. Sonra da Ortaçgil, Lenin'le oynar mısın diye şarkı yapmıştı. Ateş olsam filan diyor ya şarkıda, o hep cehennem ateşi işte. Ama sonra o yıllarda RTÜK'e takılmış olacak ki, Lenin kısmını Benimle oynar mısın diye değiştirmişti. Çok güzel şarkı be.

-Şarap iyice etkisini göstermeye başladı galiba. Yapacağınız geyiği sikeyim. Mustafa sen anlatsana bugün ne oldu? Niye bugün dükkandan çıkarken kötü oldun?

-Kapı çalıyor. Git, Onur'a kapıyı aç. Öyle başlayayım.

-Onur, hoş geldin kardeşim. Yalnız tam zamanında geldin, kaynanan seni seviyormuş diyeceğim de şarap ve biradan başka nevale yok. Hepimize yeter ama. Mustafa da hikayeye başlıyordu.

-Elif mi?

-Onur, sen hikayenin büyük çoğunu biliyorsun ama bir kez daha söv bana. Ne olur. Dibi göreyim. Yeter diyeyim artık.

-Oğlum, rahat ol sen. Biz arkadaş değil miyiz? Sen derdini paylaşmazsan, nasıl rahatlayacaksın. Paylaş ki azalsın acın.

-Eyvallah Onur.  Cihan sen de soğuduysa biraları getirsene. Siz şaraptan devam edin. Canım bira istiyor benim. Her neyse abiler, başlıyorum. Şimdi ilk ne diyeceğimi de bilemiyorum ya olsun.  Elif benim sevdiğim ilk kadın mı? Son kadın mı olacak? Hayır abi, biliyorum. O yüzden bana sonrasında nasihat vermeye filan kalkmayın. Karşımda benden bir Mustafa daha olsa, yani Elif'e aşık olmayan Mustafa olsa, o en akılcı, en mantıklı sözleri söyler, sırtıma vurur en doğru yolu gösterirdi. Biliyorum.
Hep benzer yanlışları yapıyorum. Hatalardan ders çıkarmak mı? Yok abi. Aklımı peynir ekmek ile yemedim ben. O zaman aşk olmaz. Peki ne o büyük...

-Vay be! Aşkın son neferine bak sen!

-Dur sözümü bölme Cihan. Ne diyordum. Ne o büyük hata? Hayalini kurduğum bir kadın oluyor kafamda. Mesela, denize kıyısı olan bir memlekette, rakı içeceğiz diyorum. Sonra birden, bir şarkı söylemeye başlayacak. Ezginin Günlüğü'nün ilk albümlerinden bir şarkı söylesin mesela. Gözlerimi kapatayım yalnızca onun sesini dinleyeyim istiyorum. Sesinin güzel olmasına da gerek yok. Ritmi kaçırsın, sözlerini unutsun şarkının. O kadar rakı içmişiz, bu kadar da olsun yani. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü... Ama ben artık böyle hayaller de kurmak istemiyorum. Sadece yaşayalım istiyorum. Büyük hayallerin, büyük hayal kırıklıkları oluyor çünkü. Bu kez bu hatayı yapmayacağım dedim. Hayal filan kurmayacağım. Tanıştığımızda kızın babası yeni ölmüştü abi. O acıyı biliyorum. Benim babam sekiz sene önce öldü. Trenin içinde öldü. Al, şu eldiven babamındı. 
Demiryollarının her yıl verdiği giysi istihkakından. Ev eldiven , atkı, bere dolu. Elif'le tanıştıktan sonra geçen her lokomotife el sallamayı bıraktım ben abi. Beraber hayal kurmak istemedim. Acıyı paylaşmak istedim. Sekiz senedir trene binemiyorum ben. Elif'i çocuğum gibi sevdim. Trene binelim, İzmir'e gidelim, rakı içelim istedim. Yani yine aynı hatayı, onun içinde olduğu hayaller kurmaya başladım.

Bir gün deli gibi sarhoş olmuş, bana geldi. Ben yanlış bir şey yapmadım dedi. Canım yanıyor, yanında uyumak istiyorum dedi. Gece boyunca gözümü kırpmadım. Uyanır diye saçını bile okşamadım abi. Oturdum karşına dizüstü, seyettim yüzünü.* Sonra, acısı hafifledikçe, hayatı normale dönmeye başladıkça aramamaya başladı. Ben de bir aradım, iki aradım sonra vazgeçtim. Zaten zor bir dönemden geçiyordu, babası yeni ölmüştü, bir de üzerine sınava çalışması gerekiyordu. Sınavına çalışsın, her şeyi toparlasın dedim. Sonra olacağı varsa olur zaten. Sınavdan bir gün önce mesaj attım. Ona ne olursa olsun gülüşün eksilmesin, sınavında başarılar diliyorum filan dedim.  Hiç bir şey demedi. Acını paylaşmaktan, onu sevmekten başka ne yaptım?

Neyse abi çok da lafı uzatmak istemiyorum. Annem işe yaramaz bir adam olarak bahsediyor benden konu komşuya. Yok okul bitmiş de, doğru düzgün bir işe girememişim. Senin yanında garson olmak için mi okumuşum falan filan bir sürü zırva. Babam bu günleri görse bir daha ölürmüş. Annem, babam öldüğünde ağlamadı bile abi. Şimdi ne olacak dedi. Kendini düşündü. Şimdi ne olacak? Zaten, hiç birimiz birisi öldüğü zaman, o öldüğü  için üzülmüyoruz. Onun gerçekleştiremediği hayalleri için, onun yaşantısı için üzülmüyoruz. Kendimizi düşünüyoruz sadece. Babam bana bir daha sarılamayacak. babam olduğu için değil belki, bana sarılamayacağı için üzülüyorum, ağlıyorum. Anlatabiliyorum değil mi? Biz de bıraktığı boşluk canımızı yakıyor. Bu boşluğu dolduramayacağımızı bildiğimiz için üzülüyoruz.

-Mustafa, hayır. O kadar bomba patlıyor bu ülkede, savaş var yanı başımızda.  Bu senin canını yakmıyor mu? Tanımadığın insanlar için üzülmüyor musun?

-Abi hayır, anlamıyorsun sen beni. Onu da unutuyoruz abi. Alışıyoruz ölümlere, bu ülkede yaşamaya. İnsan kalan yanlarımız kinleniyor, nefret kusuyor belki ama ateş düştüğü yeri yakıyor. Ölenlerin yakınlarından daha büyük bir acı yaşadığını söyleme bana.

-Eyvallah, doğru söylüyorsun.

-Bir gün annemin bu sözleri canıma tak etti. Soluğu askerlik şubesinde aldım. Tecili bozdurdum. Annemin karşısına geçtim. Anne, ben askere gidiyorum. Sonra da istediğin gibi bir iş bulur çalışırım dedim.  İki ay sonra askerim ben. Nereye gideceğim belli değil. Bugün, çalışırken Elif mesaj atmış. Ne yapıyorsun, görüşemedik diyor. İki ay sonra askerim lan ben. Sıçayım yani böyle işe. Bu zamana kadar neredeydin? Şu bilekliği niye bana verdin? Canın sıkıldığında, yalnız kaldığında ararım Mustafa'yı, Mustafa beni bekliyodur nasıl olsa  gelir mi diyorsun? Anlıyor musun Cihan? Kamil? Onur?

-Anlıyorum, anlıyorum da anlamadığım şey şu. Şimdi sen bu kıza, sırf onun da babası ölmüş diye mi aşık oldun?

-Bilmiyorum abi, bunun matematiği olur mu? Mor renkte bi kol saati de vardı onu ilk gördüğüm gün, bileğine altın bilezik gibi yakışmıştı. Böyle desem ne değişecek? Şu bileklik var ya, kendi eliyle yapmış. Bana uyumaya geldiği gün vermişti. O gün aşık olduğumu fark ettim. Hayatımda ilk kez birisi babamdan sonra bana değer veriyordu. Benim için emek harcıyordu. Ne bileyim, hoşuma gitti. Aşk sandım. Ama sonra niye aramadı, ne yaşadı bilmiyorum. Kızıyorum. Öte taraftan kızamıyorum da. Yani iki ucu da bombok bu değneğin. Yarın arayacağım, ben askere gitmeden bir gün oturalım rakı içelim diyeceğim.

-Arama Mustafa. Boşver. Sonrasında seni beklemesini de isteyeceksin. Beklemeyecek. O kadar zaman geçtikten sonra, sanki ondan uzaklaşan senmişsin gibi mesaj atması da çok salakça geliyor bana. Kusuruma bakma acı konuşacağım. İlaçsız bir kele benzediğimin fakındayım. Ama bunca zaman, bunca emek... Yok Mustafa bu böyle bir şey değil. Kendini paraladığına değmiyor, en sonunda bunu sen de görüyorsun. Babası ölmüşse ölmüş, ne yapalım. Allah rahmet eylesin. Şöyle olsaydı, böyle olurdu. Bunu desem, şunu derdi geç bunları. İçinde hiç bir şey kalmasın. Ne yapmak istiyorsan onu yap tabi hiç bir şey diyemem. Ama bekleme. İşleri bu kadar zora sokmak, farklı bahanelere sarılmak bana saçma ve çocukça geliyor. Seviyorsan, seviyorsundur. Seviyorsa, seviyordur. Aması, fakatı, hiç bir bahanesi yok. Beklemeye, doğru zamana, doğru yere ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hayat öyle filmlerde, yazılan öykülerdeki gibi değil. Sait Faik, Büyük Hulyalar Kuralım diyordu ne oldu? Her zaman aşıktı, ama Yorgiya'ya değil aşkın kendisine. Sen de öylesin, biliyorum. Bu yüzden boşver canım kardeşim. Beraber içecek daha çok şarabımız, biramız var. 

-Bilmiyorum, belki haklısın. Peki şu marteniçkayı ne yapacağım?

-At sobaya gitsin.



 (*) Nazım Hikmet'in, Kar Kesti Yolu adlı şiirinden.

Kasım 2017
Deniz Perhan


22 Mayıs 2017 Pazartesi

Sardunya

Hikaye okumak ile pazardan domates, biber, patlıcan almak arasında büyük benzerlikler var. İkisinde de yeni insanlar tanırsınız. Hatta pazar alış verişi, hikaye okumaya bir kaç gömlek fazla gelir diyebilirim. Elbette o ismi tenzih ederim.

Pazar arabalarını ve çıkardığı sesi hiç sevmediğimi daha önce söylemiş olmam lazım. Bu sebeple eski bir sırt çantası kullanırım. Bahar yalnızca güzel bir kadın ismi değil, çarşıya pazara bereket getirendir. Yaz meyvelerinin fiyatları hala biraz pahalı olsa da pazar çantanızı benim gibi doldurabilir hatta bir kilo da erik  alabilirsiniz. Eriği hemen çantanıza koymazsınız, pazarı dolaşırken bir iki tane diye başlayıp yarım kiloyu afiyetle götürürsünüz. Ağızdaki eriğin sesi, bir pazarcının söyleydiği türküye karışabilir. Varsayalım ki pazarcının ismi, Orhan olsun.  Otuz beşinde var yok, Orhan Ağam. Karısı, anası ve üç çocuğuyla beraber, Seyitgazi'de otururlar. Evine ekmek götüren adamdan daha büyük kahraman mı olur? İlçenin ismine yakışır bir adamdır Orhan.  Aşkı tatmış, sesi yanıktır.

"Sen benden geçtin amma, ben senden geçemiyom" Bu türküyü karısına mı yoksa mazide kalan bir kadına mı söyler, bilemiyorum. Ama bana sorarsanız en iyi ihtimal önündeki karnıbaharlara dert yandığıdır.  Orhan'ı türküsü ve karnıbaharları ile baş başa bırakıp yoluma devam ediyorum.
Bahar geldi gelmesine ama penceremin önü hala bomboş. Fesleğen alacağım bir de ihmalkarlığa en az benim kadar dayanabilecek bir çiçek. Vardır böyle inatçı çiçekler, onları öldürmek ayrı bir çaba ister.

-Şunun adı ne?
-Çuha
Peki ya şu?
-Mine.
-Çok güzel görünüyorlar. Bunu alayım ben.         
                   
 Bir gece ansızın mor çiçeklerle kapılara dayanacak olursam, hazırlıklı olmalıyım diyorum kendime.  İnatçı çiçekler varlar var olmasına da böyle kapılar kaldı mı bu şehirde? Şarkısız, şiirsiz yaşamayı başaramayacak mıyım?

-Ne yaptı?
- 4 lira.

"Teşekkür ederim Orhan" diyorum.  Adamın yüzünde adımı nerden biliyor bu herif der gibi bir ifade oluşuyor. Hikayeyi ben yazıyorum da ondan diyemiyorum tabi. Tam o sırada, tanıdığım bir ses merhaba diyor. Günlerdir bu merhabayı bekliyorum. Başımı çeviriyorum. Boynunda mavi bir fular var. Fular takıp pazara gelmiş. Yoksa saklamak istediği bir yarası mı var? Yok canım, kim onun canını acıtabilir? Papucumu bana ters giydirmiyor mu? Ona yakışır hep böyle mavi fularlar. Onun sesini duyduğum zaman donup kalacak ya da elimdeki erik poşetini yere düşürecek kadar aşık değilim henüz. Hem erikler yerde yuvarlanacak filmlerdeki gibi romantizme boyanmış görüntüler oluşacak. Sahi, sevda hangi renktir? Daha çok kara. Şimdi bana kızmayın, ya seviyorsundur ya  sevmiyorsundur, bu işin ortası mı olur demeyin.  Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer derim size. Gün gelir yoğurt da can yakabilir, ekşiyebilir tadı. Ama orası ayrı bir mesele. O an zamanı durdurabilsem, kendi kendime neler anlatacağım daha. Ancak henüz zamanı durdurabilecek güce sahip değilim. Merhabayı karşılayamadan ben, hemen anlatmaya başlıyor. 

-Bir kaç gün önce aramışsın. Özür dilerim açamadım. Çalışmaya başladım. Eve ancak 3'te 4'te gelebiliyorum. Henüz kitabı bitiremedim, ama bak, çantamda.

Çantasındaki "Havada Bulut"u gösteriyor. Kovada bulut... Havada bulut... Çantada umut... Bir tanısan, Yorgiya'yı, köpekli adamı, Ahmet'i, 1 Nisan'da konuşulan erik ağacını, okumakta bu kadar geç kaldığın için küfredeceksin.

-Okursun bir ara, ne olacak. İş arıyordun, buldun demek. Ayda 800 lira...
-Evet öyle bir şeye tekabül ediyor.
-Çok yoruluyor musun? Nerede çalışıyorsun?
-Fena yoruluyorum. Neyzen meyhanesinde. Gelsene, beklerim bir gün.
-Gelmem. Sohbet edemeyiz. En iyisi, ben bekleyeyim bir gün.
-Sen bilirsin.
-"Çok beklersin" ile aynı şey mi bu?
-Olur mu öyle şey? Tabiki değil.
-Şükürler olsun. Erik ister misin?
-Olur. İşe geç kalacağım yalnız ben. Şu aldıklarımı eve bırakıp çıkmam lazım hemen.
-Tamam, tutmayayım seni. Görüşürüz.

O an beklemediğim bir şey oldu. Onca insanın arasında sarıldı bana. İnsanlar sarılırken yanaklarını birbirlerine değdirirler, öpmezler birbirlerini. Hızlı karar vermem gerekti. Sol yanağım onun tenine değdi. "Kanadım mı değdi sevdaya?" Şimdi sıra diğerindeydi. Öpmeliyim diyordu içimdeki ses, yoksa bir daha nereden fırsat bulacaktım. Yanağından öpecekken yanlışlıkla kulağından öptüm. Utandım. Ama insani bir şey değil miydi bu? İnsan sevdiğinin kulağını öpemez mi?

İşe geç kalmış olacak ki, ağzımda küpesinin soğuk tadını bırakarak yanımdan ayrıldı. Her gün pazar olsa da her gün karşılaşsak dedim. Duymadı. Belki, sonradan ağzıma attığım eriğin sesi yüzünden beni duymadı. Belki de konuşurken ağzımı hiç oynatmadığım için duyamadı. Fakat az önce buradaydı değil mi? Orhan! Orhan, sen gördün değil mi?

Eve geldiğimde hala karşılaşmamızı düşünüyordum. Telefonumun çalmasıyla hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığım düşten uyanıverdim. Yahu dün anneler günüydü, arayacaktım, beklemiştir kadın. Özür dileyerek telefonu açtım. Oğlum, senin sesini duyuyorum ya daha güzel hediye var mı bana diyince annem,  rahatladım. Kaç ay oldu gitmiyorum memlekete. Bir hafta sonu iki günlüğüne de olsa boşluk yaratıp gitsem iyi olacak. Anneme, aldığım çiçeklerden bahsettim. Sardunya da al dedi. Bakması kolaydır, çabuk büyür, dayanıklıdır. Sen ihmal etsen, çiçek açtığı zaman güzelliği kendini hatırlatır. Biraz solmuşsa yerini değiştirirsin, toprağı kuruysa suyunu verirsin. Tabi ya... Sardunya... Nasıl aklıma gelmez, hem şarkısı da var. Hem sardunyadan daha devrimci bir çiçek de bulamam ki. Her çıktığı yerden budanan ayrık otu mu? Ama söz, benim çiçeklerin toprağından filizlenirse söküp atmayacağım. Kardeşçe yaşasınlar.

Şimdi yeniden dışarı çıkıyorum. Pazar toplanmadan, sardunya almaya gidiyorum. Eve gelir gelmez üçünü de geniş saksılara ekeceğim.



Mayıs 2017



22 Nisan 2017 Cumartesi

Kahvaltı

-Hayat sence de garip değil mi? Mesela kuşlar... Her gün sabah ezanı okunduktan sonra biraz bekliyorlar. Günün aydınlanmasıyla beraber birbirleriyle haberleşmiş gibi ötmeye başlıyorlar. Bu bir saat kadar sürüyor. Ne konuşuyorlar acaba? Ne anlatıyorlar birbirlerine? Biz birbirimizi anlamazken onlar anlaşabiliyorlar mı?

 -Çayı demledin mi?

-Birazdan demini alır. Bu durumdan gocunan yalnızlık çeken bir kuş var mıdır acaba? Söylesene. Sokakta günün ilk insanı -dükkanını açan esnaf, işe giden memur- yürümeye başladığı zaman, sesleri azalıyor. Daha sonra istesen de öten bir kuş göremiyorsun. İnatçı bir kuş olsa dahi şehrin gürültüsünden o kuşu duyamıyorsun. Gerçi ortada bir sorun varsa bu ne şehirde ne de başka bir yerde. Bizzat insanın kendisinde… Eğer dinleyeceksen anlatacağım bak.

-Olur, içinde kalmasın. Ama önce mavi puantiyeli fularımı gördün mü?

-Yok, görmedim. Dinle, bak. Bizimkiler emekli olduktan sonra biliyorsun, Bayındır’ın bir dağ köyünde küçük bir ev satın aldılar. Bir dönüm kadar da bahçesi var. Bahçede de bir kaç meyve ağacı. Erik, dut, ceviz, elma, kiraz… Ben en çok ağaçtan erik yemesini severim, sonra da kiraz. Yazın bizimkilerin yanına gidiyorum. İnsandan uzakta, sessiz, sakin geçiyor günler. İzmir’in bunaltıcı havasından ve her şeyi bilen insanından uzak. Burayı ve buradaki insanları çok seviyorum. Sevil Teyzeyi ve kedilerini, kesik kulağı -ki kendisi harika bir köpek bana sorarsan (sormazsın ya)-, Necdet Abiyi ve onun radyosunu. Bolca kitap okuyorum burada. Sait Faik’ten, Vüs'at O. –Bener’den öyküler okuyorum.

 Yine öyle bir yaz günü, annem, meyve, sebze alınmasını istemişti.. Bizim köy biraz yukarda olduğu için meyve sebze baya geç olgunlaşır burada. Papaz eriği bile en erken haziran ortasında yiyebilirsin. Köy meydanında, köy dışından gelen satıcılar olur. Yani her gün üç dört tezgahlı küçük bir pazar vardır demek istiyorum. Babam ile beraber annemin verdiği bu vazifeyle evden çıktık. Ancak yolumuzdan biraz şaştık. Biraz yürüdük, nalbur dükkanının önünde, iki tahta iskemlede Hakan Abi’yle oturduk. Hakan Abi, çocukken çiçek hastalığına yakalanmış; belden aşağısı felçli. Köy yerinden çıkıp üniversiteyi de bitirmiş. Ancak kader onu, Kavakalanı Köyü’nde babasının nalbur dükkanın başına geçirmiş. Hakan Abi sağ olsun, çay söyledi; babamın yanında sigara içiyorum artık. Kızıyor da bir şey diyemiyor. Hakan Abi de içiyor. Ancak bu hikayenin kahramanı Hakan Abi değil.

Babam birkaç yılda buralıdan daha çok buralı olmuş. Gelen geçene selam veriyor, selam alıyor. Uzaktan bisikletle geçen tombul çocuğa, “baban fırında mı? Geleceğim birazdan” diyor. Hakan Abi’nin dükkan, köy kahvesine rakip. Seninle bir gün o kahvede çay içmeliyiz, ömründe böyle güzel çay görmemişsindir.

Her neyse, sözü daha fazla uzatmayayım. İsminin daha sonradan Nevzat olduğunu öğreneceğim yetmiş yaşından geçen ay gün almış bir amca ile muhabbet ediyoruz. Hakan’a boya sormaya gelmiş. Yaz sonunda tadilat varmış evinde. Nevzat Satın, nasıl yakışıklı görmen lazım. Burada doğmuş, büyümüş ama ecnebiler gibi kendisini takdim ederken isminin yanında soyadını da söylemeyi ihmal etmiyor. Hem bu hareketiyle hem de saçı, sakalına karışmış bu pejmürde haliyle, Nevzat Satın, en yakışıklı film artistinden daha karizmatik geliyor gözüme. Sanıyorum ki burada gözlerinin çakır olduğunu söylememe gerek bile yok.

Yaban domuzları, köylülerin tarlasına girip ekinleri telef ediyormuş. Burada, bahçe aralarında dolaştığın zaman tarlaların domuza karşı hendeklerle çevrili olduğunu ve onlar için kurulmuş tuzakları görebilirsin. Buraya ilk geldiğim zaman bu silah sesi de ne demiştim, her gün her gece silah mı sıkılır? Meğer, bu ses de yine domuza karşı alınmış bir önlemmiş. Köylü, dün hep beraber domuz avına çıkmış. İki tane de vurmuşlar. Birini de Nevzat Amca indirmiş yere. Merak ettim sordum, “ölen hayvanı ne yapıyorsunuz? Orada bırakıyor musunuz?” dedim. “Köpekler filan yiyordur herhalde.” Gelen cevap, Daha yeni tanıştığım Nevzat Amcanın şahsında tüm köylüye ve insanlığa olan inancımı bir kez daha sorgulamama sebep oldu. “Aşağı köyde, bir alevi baytar var” dedi. “Köpeğe kalmadan alıyor, vurduğumuz yerden.  Onların köyü alevi köyüdür.” “Eee? Ne yapıyor yani ölü domuzu?” Dedim. “Ne yapacak yiyorlar.”

Yok canım olur mu, onlar da senin gibi Müslüman, aynı peygambere inanıyorsunuz dememe gerek yoktu. Nasıl bir inanç bu insanları birbirine böylesine düşman ediyor anlamıyorum. Mesele domuz eti yenmesi değil, Nevzat Amca’nın, onları domuz yerine koyması, anlatabiliyorum değil mi?

Seni bu dünyanın riyakarlığına karşı, insan olan ne varsa ona daha çok sahip çıkmak için seni daha çok sevmeliyim sevgilim. Bu arada merak edersen, sonrasında karpuz alıp eve gittik. Domates, biber kalmamış. Bu arada, sana bir güzel haberim var. Çay demlendi, kahvaltımız hazır.

-İşe geç kaldım, yolda bir şeyler atıştırırım artık. Seni seviyorum.
Kapı kapandı, Köylü Nevzat’ın yanıtı gibi bir boşluk oturdu yüreğime.



Temmuz 2016

8 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Yolculuk


“…
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Cemal Süreya

“Kütahya – Afyon – Manisa yönüne gidecek İzmir Mavi Treni, 5 dakika içerisinde 2. Peron 4. Yolda olacaktır.”

Anons ikinci kez tekrarlandığında oturduğum banktan kalktım. Trene binmeden önce yarım sigaramdan Ahmed Arif’ten biraz daha güçsüz bir nefes alarak sigarayı tren yolundaki çakıl taşları arasına fırlattım. Herhalde sönmüştür. Eşyalarımı oturacağım “pulman” koltuğun yukarısındaki rafa yerleştirdim. Bir sırt çantası, küçük bir valiz… Valizlerden ve çıkardığı sesten hayatım boyunca nefret ettim. Bir de pazar arabalarından, pazarda yolu tıkayan yaşlı ve şişman, başörtülü kadınlardan, ilerleyemediğim, hayatta soluk alamadığım anlardan, soluğu tütün ile kesip çakmak taşının bittiği zamanlardan, korkarak ocağı yakmaktan, yemeğin tuzunu bir türlü ayarlayamamaktan, ancak yine de akşam yemeği için beklediğim kadınlardan, beklediğim ancak saatlerdir gelmeyen şehir içi otobüslerinin üzerindeki reklamlardan, gelmeyen otobüslerin şoförlerinden, belediye otobüsünde duymak zorunda kaldığım genç kız sohbetlerinden, güzel kadınların yanındaki yakışıklı ve uzun boylu ve zengin ve görgüsüz adamlardan,  küfürlü konuşmalardan, küfürsüz konuşmalardan, konuşmak isteyip de konuşamamalardan, ihtiyaç olduğu zaman yanımda kimseyi bulamamaktan, sevdiğim kadın için yaptırdığım ancak bir türlü ona veremeyip aylardır ceketimin iç cebinde dolaştırdığım kolyeden, mor renginin kendisinden ve en sonunda da bedbaht bir adam oluşumdan yani hemen hemen her şeyden nefret ettim.. . Hikmet Benol’a yalnız olmadığımı söylediği için tekrar tekrar teşekkür ettim.

Trenin tuvaletinde sigara içiyordum. Sallantıda, belirsiz bir hayat yetmiyormuş gibi, trenin gürültüsü ile minicik kabinde sallanmak hoşuma gidiyordu. Aynada kendime bakıyordum. Aynadaki görüntüm hoşuma gidiyordu ancak keşke yolculuk öncesi sakallarımı kesseydim diye düşündüm. Annem, öpecek bir yer kalmamış diyip söylenecekti. Evde banyoya traş olmak için girsem gelecek azar belliydi. “Git berberde traş ol, sonra her yer kıl oluyor!” Tabi  annemi kıramayacaktım. Bisiklete atlayıp İsmail Amca’ya gidecektim.

Sigarayı söndürüp tuvalet camından dışarı attım. Tam koltuğuma oturacakken sol çaprazımdan gelen “oğlum” sesine dönüp baktım. Ayakkabılarını çıkarmış, oturmak ile uzanmak arasında, koltukta neredeyse kaybolmak üzere olan yetmişli yaşlarında yüzü birkaç milyon çizgi ile dolu olan bir kadın benden kendisi için su alıp alamayacağımı soruyordu. Onun isteği için, dört vagon yol kat edip yemekli vagona geldim. Saat sanırım dörde geliyordu. Şişman kondüktörler vagonun bir ucunda, muhtemelen sevgili olan iki genç ise diğer uçta oturuyorlardı. Muhtemelen diyorum çünkü modern tabir ile ilişkilerini gözden geçiriyor gibi bir havaları vardı. Saatin ilerlemiş olmasından ötürü bağırmak isteyip de bağıramıyorlar ancak abartılı jest ve mimikler ile kızgınlıklarını, dertlerini birbirlerinin yüzüne vuruyorlardı. Geldiğimi vagon ahalisi fark etmediğinden sırtımı cama yaslayarak bir süre çifti çaktırmadan izlemeye çalıştım. Aralarındaki sorunu tam anlamak üzereyken, kadının dili damağı kurudu diyerek kendime geldim ve asli amacımı gerçekleştirmek üzere reyona yöneldim. Reyonun arkasında uyuya kalan görevli çocuğu uyandırmak zorunda kaldım. Bir hayır duası karşılığında, tatlı bir uykuyu bölmek zorundaydım. Kendi vagonuma ve 44 nolu pulman’a ve kendi benliğime geri dönüp kitabımı okumaya devam ettim.

Trenden indikten sonra hemen eve gitmek istemiyordum. Eşyalarımı garda emanete bırakmaktansa bir kahvenin ocakçısına içeceğim bir iki bardak çay mukabilinde teslim edip Basmane’nin ara sokaklarında hiçbir amacım olmadan dolaşmak istedim. 2. Sınıf otellerin önünden geçip o otellerde kalan 2. sınıf insanlarla o insanlara imrenerek 2. Sınıf bir lokantada çorba içecektim. İnsanları ayıran ben değilim. Kendimi bu ayrımın neresinde konumlandıracağımı bile bilmiyorum. Cebimden kolyeyi çıkartıp avucuma alıyorum. Sabah güneşi güzele vurur derler ya güneş ışığı avucumun içindeki kolyeye vuruyor.  Yoksa akşam güneşi miydi? Ne fark eder.
-Lütfen, beni suçlama sevgilim. Alışkanlıkları sürdürüyorum sadece.
 

 
*
 
İzmir’in Armutlu kasabasında, tabelasız bir pastanenin önünde bekliyordum. Pastanenin önündeki çiçekleri görünce, Şubat’ın son günlerinde geçirdiğim, garip bir anı geldi aklıma. Geç kalınmışlık duygusu yalnız kendi içimde taşıdığım bir his olmanın ötesinde hayatın en somut anında bile karşıma çıkıyordu. Her ne kadar günün sonuna bir ertesi sözcüğü eklenmiş olsa da pazar, tam vaktinden bir gün kadar sonra,  pazartesi günleri kurulur benim semtimde... “İki tane üç, iki tane üç…” Alacağım meyve sebzeyi, sırt çantama doldurmuş evin yolunu tutacakken, pazarın sonunda bir çiçekçi ile karşılaştım. Gözüm fesleğen’i aradı, sordum. En az bir, bir buçuk ay varmış çıkmasına. Tohum alıp filiz verdirmek de benim pek yapabileceğim bir iş değil. Pek güvenemedim kendime. Peki diyip ayrıldıktan sonra o an ne olduysa oldu tekrar aynı pazarcının karşısında buldum kendimi.

-Şu çiçekler kaça?
-2 lira.
-Bakımı zor mudur? Çok yaşar mı?
-İyi bakarsan 50 yıl bile yaşar. Serin yerde saklayacaksın. Çok güneş, su istemez. Toprak kurudukça, biraz nemlendir yeter.
-Adı neydi bunun?
-Çuha.
Bu ismi duymuştum. Rahmetli anneannem, dağlarda dokuz renginin olduğunu söylerdi bu çiçeğin. Karda bile açma yeteneğine sahipmiş, baharı müjdelermiş. İlk bahar’ı bile kıskandıracak bir güzellik.
-Tamam. Bir de saksıyla biraz toprak alayım. Ne yaptı?
- İki, üç buçuk, beş buçuk… Beş versen yeter.
-Teşekkür ettim, kolay gelsin.

Pazardan aldıklarımı sırt çantama koymuştum. Yalnızca kırılmasın diye elimdeki poşette 4 liraya aldığım 15li yumurta ve yeni dostum çuha ile evime gidiyordum. Ana caddeye çıktım. Uzaktan kendime baktım, biraz dursam beklesem dedim. Belki, kolyenin sahibi gelir de ona hediyesini ulaştırabilirim. Her sokağa çıktığımda, onunla karşılaşma ümidini hep içimde taşıyordum. Elimde yumurta kolisi ve çiçek ile beni görüp ne bekliyorsun diye bir soru sorsa, pejmürde halimden hiç utanmayacak, hiç düşünmeden “seni” diyecektim.

-Yalnızca bu kolyeyi değil, bir değil birkaç yüreğim daha olsaydı, hepsini hiç düşünmeden gene sana vermek isterdim. Ne yaparsın ki elimde sadece bunlar kaldı. Yumurta da pişiririz istersen. Hem sade çay değil, oralet de var.

Karşılaşma ihtimalimiz her zaman vardı. Ancak ne böyle bir rastlantı oldu ne de onun için bir daha yumurta pişirebildim. Pastanenin önündeki saksılara, rengarenk çuhalara bakıp filmlerdeki gibi gülümsedim. Fırından yeni çıkan poğaçaların kokusu açlığımın üzerine tuz biber ekiyordu. Ancak evde annemin yapmış olduğu yemekleri düşünerek kendimde dayanma gücünü, pastaneye adım atmama dirayetini göstermeye çalıştım. Ne yemek yapmıştı acaba? Anneannem hayatta iken bir kez olsun yapmayı denemediği içli köfte… Ya da çocukluğumda en çok sevdiğim yemek olan kadınbudu köfte ve patates püresi mi? Her ne yemek yapmış olursa olsun, benim için yapıldığını biliyordum. Sonuçta ailenin bir ferdi de olsam uzak yoldan gelen ve ne kadar kalacağı henüz belli olmayan bir misafirdim.

İzmir’e geleli bir kaç saatten biraz fazla, Armutlu – Bornova minibüsünden ineli ise on dakika kadar olmuştu. Saate baktım; üçtü. Kavurucu sıcak sadece yakmakla kalmıyor bunun yanında nem sırılsıklam yapıyordu insanı. Buranın havasını unutmuşum. Bir süre daha bekledikten sonra alçaktan geçen uçakları anımsatan sesi ile eski bir Rus motoru yanaştı yanıma.

-Kadir Abi’in oğlan sen misin?
-He ya… Benim.
-Hadi bin motora, eşyaları da şu sepete koyuver, babanın işi vardı köyde beni gönderdi.
“Tamam” dedikten sonra dediğini yaptım. Köy buradan 25-30 kilometre kadar uzaktaydı. Bol virajlı ve alabildiğine dik orman yolunu adının sonradan Musa olduğunu öğreneceğim bir adamın arkasında motosikletin selesi kıçıma vura vura ve düşmemek için Musa’ya belinden sarılarak alıyordum. Kötü bir isim benzerliği ile denizi yaran adaşından mütevellit, orman yolunu kendisi açmış gibi ilerliyordu 40 yaşında ismi Musa olmasına rağmen henüz peygamber olamayan bu adam, yani makam aracımın naçiz şoförü.  Yolda ve ormanın içinde gövdesinden kocaman dallarından kırılmış ağaçları görüyordum. Bir değil beş değil yüzlerce ağaç kırılmıştı. Bu ormana ne olmuş böyle diye sordum, motorun sesinden pek anlamadı ne dediğimi tekrarlamam gerekti.  Kış baya sert geçmiş. Kar yükünü taşıyamayan dallar da teker teker kırılmışlar. Şimdi bu ağaçların hepsi kesilecek, yerine genç fideler dikilecekmiş. Bir an durdum kendime baktım. Durumun vehameti yüzüme çarptı. Hayatın yükünü taşıyamıyorsam; yerime genç bir ben koyabilecek miydim? Bu yanıt vermesi güç bir soru.  Bayramlı köyüne hoş geldiniz tabelası arkamızda kaldı. Köy meydanında daha doğrusu bir arabanın dönüş yapabileceği ve karşılıklı iki kahvenin olduğu alanda motordan indim.

-Allaha Emanet!
-Sen de! 

Eve geldiğimde sokak kapısı aralık, annem bulaşık yıkıyordu. Yıllardır değişen en ufak bir şey yok diye düşündüm. Annem, anneliğini, kadınlığını, kutsal bir görev aşkıyla yerine getiriyordu. Bir kez olsun, yoruldum dediğini duymadım. Otuz yıla yakın bir zamanda her gün bir diğerinin aynısı olarak yaşamak ve bundan hiç şikayetçi olmamak. Ne korkutucu, ne muhteşem!  “Anne!” dedim, “ben geldim”. Başınızı kaldırıp güneşe bakarken gözleriniz küçülür de bir çizgi halini alır, sıcaklığı yüzünüzü yakar. Ancak yine de gökyüzüne bakmak istersiniz. Kapının eşiğinde beni gördüğünde tam olarak böyle bir yüz ifadesiyle koşar adımlarla yanıma geldi. Islak elleriyle sarıldı, sarıldım.

Nasıl özlemişiz birbirimizi şuan pek tarif edemiyorum. İnsan yavrusunu hiç özlemez mi? Peki ya yavru anacığını? Yuvadan uçmak zorunda olan, artık annesinin getireceği kurtçukların dışında kendi avını kendisinin yakalaması gereken, ancak her başarısızlığında, çalı çırpıdan kurulan yuvayı özleyen yavru bir kuş bir kızıl bir şahin mesela nasıl ki aklına anası geliyorsa, ben de böyle bir doğallıkla annemi, babamı özlüyordum. Ancak, kanatları açıp uçmayı öğrenmem gerekiyordu. En azından yere çakılacağımı bilsem de kanatlarımı açmam ve kendimi boşluğa bırakmam gerektiğinin farkındaydım. Buradan hiç ayrılmamalıydım, hiç aşık olmamalıydım. İkisini de yaptım.

Akşam yemeğinden sonra eski arkadaşları görmek istedim. Köyün ara sokaklarında dolaşırken gökyüzüne baktım. Böyle yerlerde yıldızların daha çok ve daha parlak olduğu yönünde yaygın bir inanış vardır. Bu yaygın görüşü bir gecede yalanlayamam. Sevgilim, şöyle bir gökyüzüne baktım, sana bir yıldız ile selam gönderecektim ancak bir tane bile göremedim. Bu köyün de insanının da değiştiğini gökyüzünden anladım. Kahveye gitmekten vazgeçtim, yarın giderdim. Hüseyin ile İbrahim bir yere kaçmıyor ya!   
Babam ile geleceğimi tayin edecek konuşmayı yapmadan önce bir taşın üzerine oturdum. Bir sigara yakmak canım istedi.

*

Yirmi beş yaşındayım. Bir kibrit çopünü yanarken izlemek, hayatta nadir keyif aldığım şeylerden biri. Önce çıkardığı ses, birden parlayan alev, ateşin giderek yok oluşu ve en sonunda parmaklarımın ucundaki yanma hissi… Hayatımı 0.025 kuruş değerinde bir kibrit çöpüne benzetiyorum.
Tuhaf.


Yaz 2015-2016

.............................................................................................
Berfin Bahar, sayı 223, Eylül 2016