-Hayat sence
de garip değil mi? Mesela kuşlar... Her gün sabah ezanı okunduktan sonra biraz
bekliyorlar. Günün aydınlanmasıyla beraber birbirleriyle haberleşmiş gibi
ötmeye başlıyorlar. Bu bir saat kadar sürüyor. Ne konuşuyorlar acaba? Ne anlatıyorlar
birbirlerine? Biz birbirimizi anlamazken onlar anlaşabiliyorlar mı?
-Çayı demledin mi?
-Birazdan
demini alır. Bu durumdan gocunan yalnızlık çeken bir kuş var mıdır acaba?
Söylesene. Sokakta günün ilk insanı -dükkanını açan esnaf, işe giden memur-
yürümeye başladığı zaman, sesleri azalıyor. Daha sonra istesen de öten bir kuş
göremiyorsun. İnatçı bir kuş olsa dahi şehrin gürültüsünden o kuşu
duyamıyorsun. Gerçi ortada bir sorun varsa bu ne şehirde ne de başka bir yerde.
Bizzat insanın kendisinde… Eğer dinleyeceksen anlatacağım bak.
-Olur,
içinde kalmasın. Ama önce mavi puantiyeli fularımı gördün mü?
-Yok,
görmedim. Dinle, bak. Bizimkiler emekli olduktan sonra biliyorsun, Bayındır’ın
bir dağ köyünde küçük bir ev satın aldılar. Bir dönüm kadar da bahçesi var.
Bahçede de bir kaç meyve ağacı. Erik, dut, ceviz, elma, kiraz… Ben en çok
ağaçtan erik yemesini severim, sonra da kiraz. Yazın bizimkilerin yanına
gidiyorum. İnsandan uzakta, sessiz, sakin geçiyor günler. İzmir’in bunaltıcı
havasından ve her şeyi bilen insanından uzak. Burayı ve buradaki insanları çok
seviyorum. Sevil Teyzeyi ve kedilerini, kesik kulağı -ki kendisi harika bir
köpek bana sorarsan (sormazsın ya)-, Necdet Abiyi ve onun radyosunu. Bolca
kitap okuyorum burada. Sait Faik’ten, Vüs'at O. –Bener’den öyküler okuyorum.
Yine öyle bir yaz günü, annem, meyve, sebze
alınmasını istemişti.. Bizim köy biraz yukarda olduğu için meyve sebze baya geç
olgunlaşır burada. Papaz eriği bile en erken haziran ortasında yiyebilirsin. Köy
meydanında, köy dışından gelen satıcılar olur. Yani her gün üç dört tezgahlı
küçük bir pazar vardır demek istiyorum. Babam ile beraber annemin verdiği bu
vazifeyle evden çıktık. Ancak yolumuzdan biraz şaştık. Biraz yürüdük, nalbur
dükkanının önünde, iki tahta iskemlede Hakan Abi’yle oturduk. Hakan Abi,
çocukken çiçek hastalığına yakalanmış; belden aşağısı felçli. Köy yerinden
çıkıp üniversiteyi de bitirmiş. Ancak kader onu, Kavakalanı Köyü’nde babasının
nalbur dükkanın başına geçirmiş. Hakan Abi sağ olsun, çay söyledi; babamın
yanında sigara içiyorum artık. Kızıyor da bir şey diyemiyor. Hakan Abi de
içiyor. Ancak bu hikayenin kahramanı Hakan Abi değil.
Babam birkaç
yılda buralıdan daha çok buralı olmuş. Gelen geçene selam veriyor, selam
alıyor. Uzaktan bisikletle geçen tombul çocuğa, “baban fırında mı? Geleceğim
birazdan” diyor. Hakan Abi’nin dükkan, köy kahvesine rakip. Seninle bir gün o
kahvede çay içmeliyiz, ömründe böyle güzel çay görmemişsindir.
Her neyse,
sözü daha fazla uzatmayayım. İsminin daha sonradan Nevzat olduğunu öğreneceğim
yetmiş yaşından geçen ay gün almış bir amca ile muhabbet ediyoruz. Hakan’a boya
sormaya gelmiş. Yaz sonunda tadilat varmış evinde. Nevzat Satın, nasıl
yakışıklı görmen lazım. Burada doğmuş, büyümüş ama ecnebiler gibi kendisini
takdim ederken isminin yanında soyadını da söylemeyi ihmal etmiyor. Hem bu
hareketiyle hem de saçı, sakalına karışmış bu pejmürde haliyle, Nevzat Satın,
en yakışıklı film artistinden daha karizmatik geliyor gözüme. Sanıyorum ki
burada gözlerinin çakır olduğunu söylememe gerek bile yok.
Yaban
domuzları, köylülerin tarlasına girip ekinleri telef ediyormuş. Burada, bahçe
aralarında dolaştığın zaman tarlaların domuza karşı hendeklerle çevrili
olduğunu ve onlar için kurulmuş tuzakları görebilirsin. Buraya ilk geldiğim
zaman bu silah sesi de ne demiştim, her gün her gece silah mı sıkılır? Meğer,
bu ses de yine domuza karşı alınmış bir önlemmiş. Köylü, dün hep beraber domuz
avına çıkmış. İki tane de vurmuşlar. Birini de Nevzat Amca indirmiş yere. Merak
ettim sordum, “ölen hayvanı ne yapıyorsunuz? Orada bırakıyor musunuz?” dedim. “Köpekler
filan yiyordur herhalde.” Gelen cevap, Daha yeni tanıştığım Nevzat Amcanın
şahsında tüm köylüye ve insanlığa olan inancımı bir kez daha sorgulamama sebep
oldu. “Aşağı köyde, bir alevi baytar var” dedi. “Köpeğe kalmadan alıyor,
vurduğumuz yerden. Onların köyü alevi
köyüdür.” “Eee? Ne yapıyor yani ölü domuzu?” Dedim. “Ne yapacak yiyorlar.”
Yok canım
olur mu, onlar da senin gibi Müslüman, aynı peygambere inanıyorsunuz dememe
gerek yoktu. Nasıl bir inanç bu insanları birbirine böylesine düşman ediyor
anlamıyorum. Mesele domuz eti yenmesi değil, Nevzat Amca’nın, onları domuz
yerine koyması, anlatabiliyorum değil mi?
Seni bu
dünyanın riyakarlığına karşı, insan olan ne varsa ona daha çok sahip çıkmak
için seni daha çok sevmeliyim sevgilim. Bu arada merak edersen, sonrasında
karpuz alıp eve gittik. Domates, biber kalmamış. Bu arada, sana bir güzel
haberim var. Çay demlendi, kahvaltımız hazır.
-İşe geç
kaldım, yolda bir şeyler atıştırırım artık. Seni seviyorum.
Kapı
kapandı, Köylü Nevzat’ın yanıtı gibi bir boşluk oturdu yüreğime.
Temmuz 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder