22 Nisan 2017 Cumartesi

Kahvaltı

-Hayat sence de garip değil mi? Mesela kuşlar... Her gün sabah ezanı okunduktan sonra biraz bekliyorlar. Günün aydınlanmasıyla beraber birbirleriyle haberleşmiş gibi ötmeye başlıyorlar. Bu bir saat kadar sürüyor. Ne konuşuyorlar acaba? Ne anlatıyorlar birbirlerine? Biz birbirimizi anlamazken onlar anlaşabiliyorlar mı?

 -Çayı demledin mi?

-Birazdan demini alır. Bu durumdan gocunan yalnızlık çeken bir kuş var mıdır acaba? Söylesene. Sokakta günün ilk insanı -dükkanını açan esnaf, işe giden memur- yürümeye başladığı zaman, sesleri azalıyor. Daha sonra istesen de öten bir kuş göremiyorsun. İnatçı bir kuş olsa dahi şehrin gürültüsünden o kuşu duyamıyorsun. Gerçi ortada bir sorun varsa bu ne şehirde ne de başka bir yerde. Bizzat insanın kendisinde… Eğer dinleyeceksen anlatacağım bak.

-Olur, içinde kalmasın. Ama önce mavi puantiyeli fularımı gördün mü?

-Yok, görmedim. Dinle, bak. Bizimkiler emekli olduktan sonra biliyorsun, Bayındır’ın bir dağ köyünde küçük bir ev satın aldılar. Bir dönüm kadar da bahçesi var. Bahçede de bir kaç meyve ağacı. Erik, dut, ceviz, elma, kiraz… Ben en çok ağaçtan erik yemesini severim, sonra da kiraz. Yazın bizimkilerin yanına gidiyorum. İnsandan uzakta, sessiz, sakin geçiyor günler. İzmir’in bunaltıcı havasından ve her şeyi bilen insanından uzak. Burayı ve buradaki insanları çok seviyorum. Sevil Teyzeyi ve kedilerini, kesik kulağı -ki kendisi harika bir köpek bana sorarsan (sormazsın ya)-, Necdet Abiyi ve onun radyosunu. Bolca kitap okuyorum burada. Sait Faik’ten, Vüs'at O. –Bener’den öyküler okuyorum.

 Yine öyle bir yaz günü, annem, meyve, sebze alınmasını istemişti.. Bizim köy biraz yukarda olduğu için meyve sebze baya geç olgunlaşır burada. Papaz eriği bile en erken haziran ortasında yiyebilirsin. Köy meydanında, köy dışından gelen satıcılar olur. Yani her gün üç dört tezgahlı küçük bir pazar vardır demek istiyorum. Babam ile beraber annemin verdiği bu vazifeyle evden çıktık. Ancak yolumuzdan biraz şaştık. Biraz yürüdük, nalbur dükkanının önünde, iki tahta iskemlede Hakan Abi’yle oturduk. Hakan Abi, çocukken çiçek hastalığına yakalanmış; belden aşağısı felçli. Köy yerinden çıkıp üniversiteyi de bitirmiş. Ancak kader onu, Kavakalanı Köyü’nde babasının nalbur dükkanın başına geçirmiş. Hakan Abi sağ olsun, çay söyledi; babamın yanında sigara içiyorum artık. Kızıyor da bir şey diyemiyor. Hakan Abi de içiyor. Ancak bu hikayenin kahramanı Hakan Abi değil.

Babam birkaç yılda buralıdan daha çok buralı olmuş. Gelen geçene selam veriyor, selam alıyor. Uzaktan bisikletle geçen tombul çocuğa, “baban fırında mı? Geleceğim birazdan” diyor. Hakan Abi’nin dükkan, köy kahvesine rakip. Seninle bir gün o kahvede çay içmeliyiz, ömründe böyle güzel çay görmemişsindir.

Her neyse, sözü daha fazla uzatmayayım. İsminin daha sonradan Nevzat olduğunu öğreneceğim yetmiş yaşından geçen ay gün almış bir amca ile muhabbet ediyoruz. Hakan’a boya sormaya gelmiş. Yaz sonunda tadilat varmış evinde. Nevzat Satın, nasıl yakışıklı görmen lazım. Burada doğmuş, büyümüş ama ecnebiler gibi kendisini takdim ederken isminin yanında soyadını da söylemeyi ihmal etmiyor. Hem bu hareketiyle hem de saçı, sakalına karışmış bu pejmürde haliyle, Nevzat Satın, en yakışıklı film artistinden daha karizmatik geliyor gözüme. Sanıyorum ki burada gözlerinin çakır olduğunu söylememe gerek bile yok.

Yaban domuzları, köylülerin tarlasına girip ekinleri telef ediyormuş. Burada, bahçe aralarında dolaştığın zaman tarlaların domuza karşı hendeklerle çevrili olduğunu ve onlar için kurulmuş tuzakları görebilirsin. Buraya ilk geldiğim zaman bu silah sesi de ne demiştim, her gün her gece silah mı sıkılır? Meğer, bu ses de yine domuza karşı alınmış bir önlemmiş. Köylü, dün hep beraber domuz avına çıkmış. İki tane de vurmuşlar. Birini de Nevzat Amca indirmiş yere. Merak ettim sordum, “ölen hayvanı ne yapıyorsunuz? Orada bırakıyor musunuz?” dedim. “Köpekler filan yiyordur herhalde.” Gelen cevap, Daha yeni tanıştığım Nevzat Amcanın şahsında tüm köylüye ve insanlığa olan inancımı bir kez daha sorgulamama sebep oldu. “Aşağı köyde, bir alevi baytar var” dedi. “Köpeğe kalmadan alıyor, vurduğumuz yerden.  Onların köyü alevi köyüdür.” “Eee? Ne yapıyor yani ölü domuzu?” Dedim. “Ne yapacak yiyorlar.”

Yok canım olur mu, onlar da senin gibi Müslüman, aynı peygambere inanıyorsunuz dememe gerek yoktu. Nasıl bir inanç bu insanları birbirine böylesine düşman ediyor anlamıyorum. Mesele domuz eti yenmesi değil, Nevzat Amca’nın, onları domuz yerine koyması, anlatabiliyorum değil mi?

Seni bu dünyanın riyakarlığına karşı, insan olan ne varsa ona daha çok sahip çıkmak için seni daha çok sevmeliyim sevgilim. Bu arada merak edersen, sonrasında karpuz alıp eve gittik. Domates, biber kalmamış. Bu arada, sana bir güzel haberim var. Çay demlendi, kahvaltımız hazır.

-İşe geç kaldım, yolda bir şeyler atıştırırım artık. Seni seviyorum.
Kapı kapandı, Köylü Nevzat’ın yanıtı gibi bir boşluk oturdu yüreğime.



Temmuz 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder