Hikaye
okumak ile pazardan domates, biber, patlıcan almak arasında büyük benzerlikler
var. İkisinde de yeni insanlar tanırsınız. Hatta pazar alış verişi, hikaye
okumaya bir kaç gömlek fazla gelir diyebilirim. Elbette o ismi tenzih ederim.
Pazar arabalarını
ve çıkardığı sesi hiç sevmediğimi daha önce söylemiş olmam lazım. Bu sebeple
eski bir sırt çantası kullanırım. Bahar yalnızca güzel bir kadın ismi değil,
çarşıya pazara bereket getirendir. Yaz meyvelerinin fiyatları hala biraz pahalı
olsa da pazar çantanızı benim gibi doldurabilir hatta bir kilo da erik alabilirsiniz. Eriği hemen çantanıza
koymazsınız, pazarı dolaşırken bir iki tane diye başlayıp yarım kiloyu afiyetle
götürürsünüz. Ağızdaki eriğin sesi, bir pazarcının söyleydiği türküye karışabilir.
Varsayalım ki pazarcının ismi, Orhan olsun.
Otuz beşinde var yok, Orhan Ağam. Karısı, anası ve üç çocuğuyla beraber,
Seyitgazi'de otururlar. Evine ekmek götüren adamdan daha büyük kahraman mı
olur? İlçenin ismine yakışır bir adamdır Orhan.
Aşkı tatmış, sesi yanıktır.
"Sen
benden geçtin amma, ben senden geçemiyom" Bu türküyü karısına mı yoksa
mazide kalan bir kadına mı söyler, bilemiyorum. Ama bana sorarsanız en iyi
ihtimal önündeki karnıbaharlara dert yandığıdır. Orhan'ı türküsü ve karnıbaharları ile baş
başa bırakıp yoluma devam ediyorum.
Bahar geldi
gelmesine ama penceremin önü hala bomboş. Fesleğen alacağım bir de ihmalkarlığa
en az benim kadar dayanabilecek bir çiçek. Vardır böyle inatçı çiçekler, onları
öldürmek ayrı bir çaba ister.
-Şunun adı ne?
-Çuha
Peki ya şu?
-Mine.
-Çok güzel
görünüyorlar. Bunu alayım ben.
Bir gece ansızın mor çiçeklerle kapılara
dayanacak olursam, hazırlıklı olmalıyım diyorum kendime. İnatçı çiçekler varlar var olmasına da böyle
kapılar kaldı mı bu şehirde? Şarkısız, şiirsiz yaşamayı başaramayacak mıyım?
-Ne yaptı?
- 4 lira.
"Teşekkür
ederim Orhan" diyorum. Adamın
yüzünde adımı nerden biliyor bu herif der gibi bir ifade oluşuyor. Hikayeyi ben
yazıyorum da ondan diyemiyorum tabi. Tam o sırada, tanıdığım bir ses merhaba
diyor. Günlerdir bu merhabayı bekliyorum. Başımı çeviriyorum. Boynunda mavi bir
fular var. Fular takıp pazara gelmiş. Yoksa saklamak istediği bir yarası mı
var? Yok canım, kim onun canını acıtabilir? Papucumu bana ters giydirmiyor mu?
Ona yakışır hep böyle mavi fularlar. Onun sesini duyduğum zaman donup kalacak
ya da elimdeki erik poşetini yere düşürecek kadar aşık değilim henüz. Hem
erikler yerde yuvarlanacak filmlerdeki gibi romantizme boyanmış görüntüler
oluşacak. Sahi, sevda hangi renktir? Daha çok kara. Şimdi bana kızmayın, ya
seviyorsundur ya sevmiyorsundur, bu işin
ortası mı olur demeyin. Sütten ağzı
yanan yoğurdu üfleyerek yer derim size. Gün gelir yoğurt da can yakabilir,
ekşiyebilir tadı. Ama orası ayrı bir mesele. O an zamanı durdurabilsem, kendi
kendime neler anlatacağım daha. Ancak henüz zamanı durdurabilecek güce sahip
değilim. Merhabayı karşılayamadan ben, hemen anlatmaya başlıyor.
-Bir kaç gün önce aramışsın. Özür
dilerim açamadım. Çalışmaya başladım. Eve ancak 3'te 4'te gelebiliyorum. Henüz
kitabı bitiremedim, ama bak, çantamda.
Çantasındaki
"Havada Bulut"u gösteriyor. Kovada bulut... Havada bulut... Çantada
umut... Bir tanısan, Yorgiya'yı, köpekli adamı, Ahmet'i, 1 Nisan'da konuşulan
erik ağacını, okumakta bu kadar geç kaldığın için küfredeceksin.
-Okursun bir ara, ne olacak. İş
arıyordun, buldun demek. Ayda 800 lira...
-Evet öyle bir şeye tekabül ediyor.
-Çok yoruluyor musun? Nerede
çalışıyorsun?
-Fena yoruluyorum. Neyzen
meyhanesinde. Gelsene, beklerim bir gün.
-Gelmem. Sohbet edemeyiz. En iyisi,
ben bekleyeyim bir gün.
-Sen bilirsin.
-"Çok beklersin" ile aynı
şey mi bu?
-Olur mu öyle şey? Tabiki değil.
-Şükürler olsun. Erik ister misin?
-Olur. İşe geç kalacağım yalnız ben.
Şu aldıklarımı eve bırakıp çıkmam lazım hemen.
-Tamam, tutmayayım seni. Görüşürüz.
O an
beklemediğim bir şey oldu. Onca insanın arasında sarıldı bana. İnsanlar
sarılırken yanaklarını birbirlerine değdirirler, öpmezler birbirlerini. Hızlı
karar vermem gerekti. Sol yanağım onun tenine değdi. "Kanadım mı değdi
sevdaya?" Şimdi sıra diğerindeydi. Öpmeliyim diyordu içimdeki ses, yoksa
bir daha nereden fırsat bulacaktım. Yanağından öpecekken yanlışlıkla kulağından
öptüm. Utandım. Ama insani bir şey değil miydi bu? İnsan sevdiğinin kulağını
öpemez mi?
İşe geç
kalmış olacak ki, ağzımda küpesinin soğuk tadını bırakarak yanımdan ayrıldı.
Her gün pazar olsa da her gün karşılaşsak dedim. Duymadı. Belki, sonradan
ağzıma attığım eriğin sesi yüzünden beni duymadı. Belki de konuşurken ağzımı
hiç oynatmadığım için duyamadı. Fakat az önce buradaydı değil mi? Orhan! Orhan,
sen gördün değil mi?
Eve
geldiğimde hala karşılaşmamızı düşünüyordum. Telefonumun çalmasıyla hayal mi
gerçek mi olduğunu anlayamadığım düşten uyanıverdim. Yahu dün anneler günüydü,
arayacaktım, beklemiştir kadın. Özür dileyerek telefonu açtım. Oğlum, senin
sesini duyuyorum ya daha güzel hediye var mı bana diyince annem, rahatladım. Kaç ay oldu gitmiyorum memlekete.
Bir hafta sonu iki günlüğüne de olsa boşluk yaratıp gitsem iyi olacak. Anneme,
aldığım çiçeklerden bahsettim. Sardunya da al dedi. Bakması kolaydır, çabuk
büyür, dayanıklıdır. Sen ihmal etsen, çiçek açtığı zaman güzelliği kendini
hatırlatır. Biraz solmuşsa yerini değiştirirsin, toprağı kuruysa suyunu
verirsin. Tabi ya... Sardunya... Nasıl aklıma gelmez, hem şarkısı da var. Hem
sardunyadan daha devrimci bir çiçek de bulamam ki. Her çıktığı yerden budanan
ayrık otu mu? Ama söz, benim çiçeklerin toprağından filizlenirse söküp
atmayacağım. Kardeşçe yaşasınlar.
Şimdi
yeniden dışarı çıkıyorum. Pazar toplanmadan, sardunya almaya gidiyorum. Eve
gelir gelmez üçünü de geniş saksılara ekeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder