22 Mayıs 2017 Pazartesi

Sardunya

Hikaye okumak ile pazardan domates, biber, patlıcan almak arasında büyük benzerlikler var. İkisinde de yeni insanlar tanırsınız. Hatta pazar alış verişi, hikaye okumaya bir kaç gömlek fazla gelir diyebilirim. Elbette o ismi tenzih ederim.

Pazar arabalarını ve çıkardığı sesi hiç sevmediğimi daha önce söylemiş olmam lazım. Bu sebeple eski bir sırt çantası kullanırım. Bahar yalnızca güzel bir kadın ismi değil, çarşıya pazara bereket getirendir. Yaz meyvelerinin fiyatları hala biraz pahalı olsa da pazar çantanızı benim gibi doldurabilir hatta bir kilo da erik  alabilirsiniz. Eriği hemen çantanıza koymazsınız, pazarı dolaşırken bir iki tane diye başlayıp yarım kiloyu afiyetle götürürsünüz. Ağızdaki eriğin sesi, bir pazarcının söyleydiği türküye karışabilir. Varsayalım ki pazarcının ismi, Orhan olsun.  Otuz beşinde var yok, Orhan Ağam. Karısı, anası ve üç çocuğuyla beraber, Seyitgazi'de otururlar. Evine ekmek götüren adamdan daha büyük kahraman mı olur? İlçenin ismine yakışır bir adamdır Orhan.  Aşkı tatmış, sesi yanıktır.

"Sen benden geçtin amma, ben senden geçemiyom" Bu türküyü karısına mı yoksa mazide kalan bir kadına mı söyler, bilemiyorum. Ama bana sorarsanız en iyi ihtimal önündeki karnıbaharlara dert yandığıdır.  Orhan'ı türküsü ve karnıbaharları ile baş başa bırakıp yoluma devam ediyorum.
Bahar geldi gelmesine ama penceremin önü hala bomboş. Fesleğen alacağım bir de ihmalkarlığa en az benim kadar dayanabilecek bir çiçek. Vardır böyle inatçı çiçekler, onları öldürmek ayrı bir çaba ister.

-Şunun adı ne?
-Çuha
Peki ya şu?
-Mine.
-Çok güzel görünüyorlar. Bunu alayım ben.         
                   
 Bir gece ansızın mor çiçeklerle kapılara dayanacak olursam, hazırlıklı olmalıyım diyorum kendime.  İnatçı çiçekler varlar var olmasına da böyle kapılar kaldı mı bu şehirde? Şarkısız, şiirsiz yaşamayı başaramayacak mıyım?

-Ne yaptı?
- 4 lira.

"Teşekkür ederim Orhan" diyorum.  Adamın yüzünde adımı nerden biliyor bu herif der gibi bir ifade oluşuyor. Hikayeyi ben yazıyorum da ondan diyemiyorum tabi. Tam o sırada, tanıdığım bir ses merhaba diyor. Günlerdir bu merhabayı bekliyorum. Başımı çeviriyorum. Boynunda mavi bir fular var. Fular takıp pazara gelmiş. Yoksa saklamak istediği bir yarası mı var? Yok canım, kim onun canını acıtabilir? Papucumu bana ters giydirmiyor mu? Ona yakışır hep böyle mavi fularlar. Onun sesini duyduğum zaman donup kalacak ya da elimdeki erik poşetini yere düşürecek kadar aşık değilim henüz. Hem erikler yerde yuvarlanacak filmlerdeki gibi romantizme boyanmış görüntüler oluşacak. Sahi, sevda hangi renktir? Daha çok kara. Şimdi bana kızmayın, ya seviyorsundur ya  sevmiyorsundur, bu işin ortası mı olur demeyin.  Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer derim size. Gün gelir yoğurt da can yakabilir, ekşiyebilir tadı. Ama orası ayrı bir mesele. O an zamanı durdurabilsem, kendi kendime neler anlatacağım daha. Ancak henüz zamanı durdurabilecek güce sahip değilim. Merhabayı karşılayamadan ben, hemen anlatmaya başlıyor. 

-Bir kaç gün önce aramışsın. Özür dilerim açamadım. Çalışmaya başladım. Eve ancak 3'te 4'te gelebiliyorum. Henüz kitabı bitiremedim, ama bak, çantamda.

Çantasındaki "Havada Bulut"u gösteriyor. Kovada bulut... Havada bulut... Çantada umut... Bir tanısan, Yorgiya'yı, köpekli adamı, Ahmet'i, 1 Nisan'da konuşulan erik ağacını, okumakta bu kadar geç kaldığın için küfredeceksin.

-Okursun bir ara, ne olacak. İş arıyordun, buldun demek. Ayda 800 lira...
-Evet öyle bir şeye tekabül ediyor.
-Çok yoruluyor musun? Nerede çalışıyorsun?
-Fena yoruluyorum. Neyzen meyhanesinde. Gelsene, beklerim bir gün.
-Gelmem. Sohbet edemeyiz. En iyisi, ben bekleyeyim bir gün.
-Sen bilirsin.
-"Çok beklersin" ile aynı şey mi bu?
-Olur mu öyle şey? Tabiki değil.
-Şükürler olsun. Erik ister misin?
-Olur. İşe geç kalacağım yalnız ben. Şu aldıklarımı eve bırakıp çıkmam lazım hemen.
-Tamam, tutmayayım seni. Görüşürüz.

O an beklemediğim bir şey oldu. Onca insanın arasında sarıldı bana. İnsanlar sarılırken yanaklarını birbirlerine değdirirler, öpmezler birbirlerini. Hızlı karar vermem gerekti. Sol yanağım onun tenine değdi. "Kanadım mı değdi sevdaya?" Şimdi sıra diğerindeydi. Öpmeliyim diyordu içimdeki ses, yoksa bir daha nereden fırsat bulacaktım. Yanağından öpecekken yanlışlıkla kulağından öptüm. Utandım. Ama insani bir şey değil miydi bu? İnsan sevdiğinin kulağını öpemez mi?

İşe geç kalmış olacak ki, ağzımda küpesinin soğuk tadını bırakarak yanımdan ayrıldı. Her gün pazar olsa da her gün karşılaşsak dedim. Duymadı. Belki, sonradan ağzıma attığım eriğin sesi yüzünden beni duymadı. Belki de konuşurken ağzımı hiç oynatmadığım için duyamadı. Fakat az önce buradaydı değil mi? Orhan! Orhan, sen gördün değil mi?

Eve geldiğimde hala karşılaşmamızı düşünüyordum. Telefonumun çalmasıyla hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığım düşten uyanıverdim. Yahu dün anneler günüydü, arayacaktım, beklemiştir kadın. Özür dileyerek telefonu açtım. Oğlum, senin sesini duyuyorum ya daha güzel hediye var mı bana diyince annem,  rahatladım. Kaç ay oldu gitmiyorum memlekete. Bir hafta sonu iki günlüğüne de olsa boşluk yaratıp gitsem iyi olacak. Anneme, aldığım çiçeklerden bahsettim. Sardunya da al dedi. Bakması kolaydır, çabuk büyür, dayanıklıdır. Sen ihmal etsen, çiçek açtığı zaman güzelliği kendini hatırlatır. Biraz solmuşsa yerini değiştirirsin, toprağı kuruysa suyunu verirsin. Tabi ya... Sardunya... Nasıl aklıma gelmez, hem şarkısı da var. Hem sardunyadan daha devrimci bir çiçek de bulamam ki. Her çıktığı yerden budanan ayrık otu mu? Ama söz, benim çiçeklerin toprağından filizlenirse söküp atmayacağım. Kardeşçe yaşasınlar.

Şimdi yeniden dışarı çıkıyorum. Pazar toplanmadan, sardunya almaya gidiyorum. Eve gelir gelmez üçünü de geniş saksılara ekeceğim.



Mayıs 2017



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder