16 Eylül 2012 Pazar

iş olsun


Sırf sen beklemiyorsun diye
bir gün çıkıp geleceğim
hiç beklemediğin an’da.

Sorarsan; ne umdun da geldin diye
Biraz cemal süreya okuyalım derim.
Bize de iş olur hem, bakarsın  güzellik.

Sonra baktık ki olmuyor
İlk iş;
bu şiiri beşiktaş’tan göğe
olmadı  çöpe atalım.


mart 2012

10 Temmuz 2012 Salı

Tatbikat Alanı





Bu ara müzikle biraz fazlaca uğraştık. Antalyalara gidip geliyoruz, yeni şeyler deniyoruz. o yüzden pek bir şey yazamaz olduk, kalemin telafisi nota olur mu bilmem, ama geçen boşluğu şu üç şarkıyla dolduralım istedik. yeni kurduğumuz tatbikat alanında biraz perküsyon ve santur çalmaktayım. 

odam kireç tutmuyor varan bir


salako varan iki


ve avlaskani varan üç


keyifli dinlemeler efendim...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

köy'den köy'e


Yeni bi kaç sözcüğü yan yana getirme hususunda en büyük eksiğimin ne olduğunu artık daha iyi biliyorum. Aklıma gelmişken bir şeyler, zamanında zahmet edip de kalemi alamamak. Artık kalem de kullanmıyoruz ya olsun. Daha da fazla ötelemeden şimdi bir fotoğrafa bakıp yeniden hatırladığım düşünceyi artık daha fazla geç kalınmasın diye başlıyorum, bismillah diyip ne olacağını bilmemeye.

Bismillah.

Şaka yaptığımı sandız diğmi? Yok efendim ne şakası. Ne sizleri güldürmek gibi bir niyetim var, ne de güldürürken düşündürmek.  Şimdi john lennon gözlüklü bir fotoğrafımı göstereceğim size. Hani demiştim ya bir fotoğrafa bakıp anımsadım diye, işte o fotoğraf bu fotoğraf. Ama konu ne benim, ne yanımdaki kıvırcık saçlı arkadaş ne de vapur ve martılar. Fotoğrafta dikkat etmedğiniz, eli çenesinde iskeleye bakan bir adam var. İşte ben ne kadar olur bilmem, ondan bahsedeceğim.


Dünya gözüyle taksim’de bir bir mayıs göreyim diye istanbula gittiydim. Onca yol gitmişkende bir gün kalmak olmazdı. Gelmişken İstanbul’daki dostları görelim dedik. Bir de istanbul’un sokaklarını harmanlayalım, bizim santurumuzun tınıları biraz da orada yer bulsun istedik.

Bindik karaköy’den vapura, kadıköy’e geçiyoruz.  Yanımızda santur var, flüt var, bendir  var. Vapurda martılara simit atabilirdik. Atmadık.  İskeleden ayrılmayı bekliyoruz. Yanımda da o çenesinde eli iskeleye bakan adam var. Sohbet tam olarak nasıl başladı şimdi iyi hatırlayamıyorum. Bizim bendiri görmüş olacak bi bakmak istedi. Buyur dedik. Kıvrak ritimler, usuller. Bizim kerem bilmiyor o kadarını.

Müzik konuştuk biraz, asıl enstürmanı kemanmış. Perküsyonu da iyi çalarmış. O eli çenesinde adama adını sordum. Abdullah mı dedi başka bi isim mi söyledi şimdi çok iyi hatırlayamıyorum. Ben ondan bahsettikçe, eli çenesinde adam demek yerine Abdullah abi diyeceğim. Gerçek ismi Abdullah olmasa bile o koca şehirde, benzer bir hayat öyküsüyle elbette bir Abdullah abi daha vardır. Hatta ne biri onlarca Abdullah.
Abdullah Abi, başta bizim Kerem’le ve o kıvırcık saçlı arkadaşla yaptığımız sohbete dahil olmaya çalışıyordu, laf atmalar, benimde fotoğrafımı çek demeler. O dakikalarda sohbeti kilitleyecek birisiymiş gibi geliyordu gözüme. Çok meşhur bi söz var, atomu parçalamaktan daha zordur diye önyargıyı yıkmak. Tam da böyle olmasa da benzer bir önyargıyla bakmıştım ona. Taa ki bendirden laf açasıya kadar.

Abdullah abiyle vapurdaki sohbetimiz işte böyle başladı. Esmer teninin üzerinde Abdullah Abi’nin eski bir kumaş pantolon, eski bir gömlek ve eski kadife bir ceket vardı. Ve yanında taşıdığı ufak tefek araç gereçler, bir de kara bir torba. Yani tüm mal varlığıyla yanımızda seyahat eden bir adam…

Vapurun hareket etmesinden birkaç dakika sonra yanındaki radyoyu kucağına aldı. Abdullah Abi’nin radyosu nerden baksanız yetişkin bir kedi büyüklüğünde. –Şurda bir parantez açayım da özür dileyim sizden; Radyonun büyüklüğünü anlatmak için düşündüm düşündüm nasıl daha güzel bir cümle kurarım diye, baş ucumda uyuyan kedim zagoru görünce, radyonun büyüklüğünü anlatmak için yetişkin bir kediden daha güzel tek bir sözcük bulamadım. “Neyse” diyip devam ediyorum – Abdullah Abi radyo istasyonlarını geziyor, cızırtı, hatrı sayılacak seviyede. Tabi üstüne birde rüzgarın sesi de eklenince, tadından yenmeyecek bir güzellik çıkıyor ortaya. -Belki güzellik dediğime şaşıracaksın. Ama seviyorum o tarz cızırtıları. O cızırtılar da müziğin samimiyetini buluyorum.-  Radyo istasyonlarını dolaşırken, diğer istasyonlara nazaran daha iyi çeken bir kanal bulduk sonunda. Radyo’dan ses yükseliyor ama nasıl? Klap mı derler disko mu derler adına bilmiyorum. Pek sevmem ben öyle şarkıları. Abdullah abi de sevmedi. Yeni bir istasyon arayışı bir süre daha devam etti. Sonunda dinlenilmeye değer bir şeyler bulduk.

Fonda, Bülent Ersoy var. Abdullah abi müziğin her türlüsünü severim diyor. Sordum, peki dedim niye şimdi müzikle ilgilenmiyorsun, keman çalmıyor musun? Çok oldu dedi.  Benim şu basit sorumla  yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye başlamıştı. Muhtemelen sohbet ettiği benim gibi diğer insanların da ona yönelttiği aynı basit sorulardan sormaya devam ettim. Nerelisin? Kimin Kimsen var mı? Nerde yatıyorsun? Nasıl böyle oldu?

Farkında olmadan Abdullah Abi’nin canını sıkmaya başlamıştım. Karslıydı. Dokuz kardeştiler. Ama şimdi, hiç biriyle görüşmüyormuş. Ne zaman İstanbul’a geldiğini ise hatırlamıyor. Bir karton kutu olduktan sonra tüm sokaklar Abdullah Abi’nin evi. Yukarda bahsettiğim kara poşete geldiğimde ise geçimini mendil satarak sağlıyor diyeceğim, ama  biliyorum komik olacak. En can alıcı sorumu sorup, cevabını almaya gelince ses’ine Abdullah Abi’min karmakarışık bir duygunun izi çöküyor. Tam olarak neydi o duygu, özlem mi pişmanlık bambaşka bir şey mi hiç bilmiyorum. Düşünmedim de, öyle kaldı. 10 sene içerdeydim dedi ben. Peki suçun neydi? Bir süre durdu, “cinayet” dedi.

Kısa bir sessizliğin ardından dinleyebilirim dedim Abdullah Abi; tabi anlatmak istersen. Ve sanırım Abdullah abi bu sorunun karşısında en can alıcı, onu bu denli zihnimde yer almasını sağlayan cevabı verdi.

“Şimdi denizi izlemek istiyorum”

Sustum. Onunla birlikte denizi izledim ben de. Kerem ile Bensu da bizim sohbette bıraktığım yerden devam etmişler, iki yaka kadar yol almışlar. Sonra vapur Haydarpaşa’ya yanaştı. Baktım Abdullah Abi gidiyor, bir mendil aldım ondan. Elimi uzattım. Tokalaştık. Görüşürüz dedim.

Kadıköyde vapurdan inince, iş bankasının köşesinde yine Abdullah Abi’yi gördüm. Bankanın mermerinde uyuyordu. Yaşı nerden baksan Abdullah abinin iki katı.

Son söz:
İstanbul, büyük şehirsin vesselam ona sözüm yok. Ama büyüklüğünü hiç mi hiç göstermiyorsun.


deniz perhan

14 Mayıs 2012 Pazartesi

kumbara



Sözcükler biriktiriyorum
orhanın eskicisine vermek üzere
eskici diyor ki bana
–eskicii.

Mahallesidir eskicinin
tenekeliden geçiyorum 
tahta tekerlekli bir araba
çingene kadından
ödünç  şarkılar almak üzere

Üzerime bir yorgan ört
ışığı da gözlerimi de kapa

yarım bırakılan her an’da
sis  her şehrin ayrılık ayracıdır
sonrası
biraz daha kum (kaldıysa)
biraz daha laf alabildiğine…

Hüzünler biriktiriyorum
lale’nin boynu hatrına

deniz perhan
ocak 2012

(*) arkadaş dergisinin şubat sayısında yayımlandı bu deneme. sanal ortam da paylaşayım dedim. 

13 Mayıs 2012 Pazar

kırlardan geliyorlar

daha bu blog dünyasında yeni olduğumdan mütevellit nasıl kullanmam gerektiğini kendime öğretecek yeni bir metin daha oluşturayım dedim. kırlardan gelecekler değil de öhöm ses deneme bir de diyebilirdim. muhtemelen şuan benden başka bir okuyucu da olmadığından mütevellit rahatım. senin de dikkatini çekmiştir bu mütevellit, ne hoş kelimeymiş yahu. sanırım şu kelimeyi hayatımda cümle içinde kullandığım sayılı yerlerdendir burası.

neyse efenim sözü fazla uzatmadan, yeditepe istanbul'dan mini bir parça izliyelim, turgut abi'den o şiiri okuyalım.




kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer

sonsuza varmadan bir önceyiz sanki
-o sayının da bir adı vardı unuttum -
her şey öyle saydam öyle madensel
kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz
hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber

eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık
ağaçları budadık omandan balıkları tuttuk denizden
hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık
çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber

hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber

ey güzelim sümbül ve teber ey canım
gördüğüm sanki o değildi
sanki kuşlar albümünden bir maden

nikola



Siz doğmadan ne çok şey oldu. Elbette düşünmüşsünüzdür.  Şimdi tarihin sayfalarında kalan yüzlerce olay.  “Altıya mı değdi yaşlarınız / Otuzdokuz doğumlu çocuklar” diyor Enver Gökçe. Savaş da, açlık da, kıtlık da ölmeseler bile, o otuzdokuz doğumlu çocukların çoğu ayrıldılar bu dünyadan.  Ya da şu yaşımla altmış sekiz yılında fransada, kendi memleketim de olaydım dediğiniz anlar. Ya da Cemal Süreya’yı yapı kredi yayınlarından değil de ilk kez bir dergide okuyup  keşfedebileceğinizi bir düşünün. Sanırım güzel olurdu. Neden böyle düşündün diye sorduğunu varsıyorum sevgili okuyucu.
Bir şarkı ardı ardına kaç kez dinlenir? Üç? Beş? On? Ya da bende var bir sorun. Üç gündür, tek bir şarkıyı hemen her bulduğum fırsatta dinliyorum.  Peki ya hangi şarkı bu? Nedir bu kadar güzel kılan o şarkıyı? Yarışma programlarında yapıldığı gibi, cevabı vermeden önce reklam almayacağım, korkmayasın sakın, sevgili okuyucu. Yeni Türkü- Nikola.

Yeni Türkü’nün Nikola’sı çekirdek sanatevi kayıtlarında yer alıyor. Kayıt seksenli yıllara ait olduğundan,  cızırtı had safhada olmasa bile hatrı sayılacak derecede. Belki de en güzel yanlarından biri de o cızırtı. “Şimdi bulgar besteci dimitur yanevden bir parça. Nikola. Nikola bir bulgar halk kahramanı.” Açıklamasıyla başlıyor şarkı. Vokalde Tuncer Tercan. İster istemez eşlik ediyorsunuz, ara nağmesindeki heey heey kısmına.
Şimdi bir plan yapmamamdan kaynaklı, çekirdek sanat evi kayıtlarından mı bahsetsem yoksa bi bulgar halk kahramanı Nikola’dan mı? Bilemiyorum. Yahut ikisinden de bahsedeyim. biraz sabır ama sevgili okuyucu, biraz sabır. Bi kaç satır yukarda sorduğum sorunun cevabı da şu keşke’mden ibaret. Ne hoş olurdu çekirdek sanat evinde yeni türkü’yü dinlemek. Ne acı olurdu, -yazar mıydı gazeteler bilmem – gazetelerden Nikola ve altı arkadaşının ölüm haberini okumak. Hüznü de, sevgi yi de, müziği de şiiri de, dünü ve bugünüyle yaşamak. Sonra yarından bugüne , bugünü yarınla yaşamak.

Gelelim, çekirdek sanat evine. Bülent Ortaçgil ve Fikret Kızılok seksen iki yılında kuruyorlar çekirdek sanat evini. Burada sergiler oluyor, müzik dinletileri oluyor, kayıtlar yapılıyor, çay- kahve içiliyor. Şimdi kayıtlarda yer alan Bülent Ortaçgil’in sözlerine bir kulak verelim. “İki insan düşünün birisi kolaylıkla şarkı yazabiliyor ve büyük bir coşku ile onları söyleyebiliyor, ötekisi çok zor şarkı çıkarıyor ve coşkuya dönük değil şarkıları… Ama bu insanlar yine birlikte olabiliyor. Başka şey düşünün, kimisi şarkısında nokta koymayı seviyor ötekisi ise noktalı virgül kullanıyor şarkılarında, yine düşünün kimisi bir deniz insanı ötekisi bir kara; kent çocuğu. İşin doğrusu Fikret’le biz biraz böyleyiz ve sanıyorum ilk akla gelen şey nasıl bir beraberliktir ki bunu diyeceksiniz. Fakat şarkılarımızı dinlediniz ve diyoruz ki biz, kendi anlayışlarımız o kadar ortak ki işte buyrun size birinci şarkıda bunu söyledik. Bu yolculuk böyle başladı.”  Bülent abinin birinci şarkı olarak kasttettiği şarkı ise biz şarkılarımızı.

Seksenli yıllarda, Bülent Ortaçgil ve Fikret Kızılok’un yanında, Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Erkan Oğur gibi bir çok isim çekirdek sanat evinde dinletiler verdiler.  Dinleyicilerine daha sonra kayıtlar, o gün sanat evinde içilen çay hatrına o günün anısı olarak ulaştırıldı. Kaset kapakları pek tatlı çöp adam çizimleriydi. Daha sonra ne olduysa oldu, seksen dokuz yılında kapanıverdi çekirdek sanat evi.  Gerekçesi ise seksen dokuz yılında çıkan telif hakları yasasıydı. Bu yasayla birlikte kayıtlar eskiden olduğu gibi dinleyicisi ile kolay kolay buluşamaz oldu.

Şimdi yeniden o bahsettiğim Yeni Türkü şarkısına geliyorum. Bi bulgar halk kahramanı, Nikola. Şarkıyı üç gündür dinlerken, Nikola’yı tanıyor olabileceğim aklıma gelmemişti. Birebir bir tanışıklık değil elbet. Kısa bir araştırmadan sonra, Nikola’nın bulgar şaiiri Nikola Vaptsarov olduğunu fark ettim. Nikola Vaptsarov ismini ilk kez dört yıl kadar önce duymuştum. Eski bir kitabın arkasında, okuyucunun yüreğini delebilecek keskin bakışlarıyla duruyordu. Motor Türküleri kendisinin tek kitabı bildiğim kadarıyla.  Sadece otuz üçyıllık bir yaşam. Cahit sıtkı tanır mıydı kendisini bilmem, bir kez daha düşünürdü herhalde o meşhur dizeyi yazmadan önce. Yahut düşünmüştür de günahını almayalım koca şairin. Neyse sevgili okuyucu, sence toparlayabilecek miyim? Bilmiyorum. Devam edelim bakalım daha neler çıkacak, dilimizden.

Vaptsarov,  hayatı boyunca bir çok farklı işte çalıştı. Bunların arasında, makine teknisyenliği, kağıt fabrikasında işçilik, buharlı lokomotiflerde ateşçilik gibi işler vardı. Yazdığı şiirler de, yaşadığı hayattan bağımsız olamazdı. Kırklı yıllara gelindiğinde Alman faşizmine karşı mücadelede en ön safta yerini aldı. Kırk iki de tutuklandı, işkence gördü. Ve temmuzun kırk ikisinde altı arkadaşıyla birlikte kurşuna dizildi. Ölümünden on bir yıl sonra ise halk kahramanı ilan edildi.

Ansiklopedik bir bilgi ne kadar yakıştı diğer paragraflara bilmiyorum. Kusruma bakmazsın değil mi sevgili okuyucu, buraya kadar geldiysen, seninle içli dışlı olduk da sayılır artık. Vaptsarovun beni neden bu kadar etkilediğinden bahsedeceğim. İdamından sadece iki saat önce iki şiir yazıyor. Birisi karısına yazdığı veda şiiri, diğeri ise mücadele arkadaşlarına ve halkına yazdığı, ‘savaş alabildiğine kıyasıya’ şiiri. Gelin beraber veda şiirini okuyalım.

Karıma 

Geleceğim bazen, uykudayken sen
Beklenmedik uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden.

Usulca girecek bir yere ilişeceğim
Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne
Görüntün doyasıya dolunca gözlerime
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim...
N. Vaptsarov

Düşünsenize bir, Nikola’yı birkaç saat sonra kurşuna dizmeye götürecekler ve Nikola karısına böyle bir şiir yazıyor. Ölmek üzere olan bir adam nasılda umutla yaşama ve aşka sarılıyor.
Şu şiirden sonra yazmaya halim kalmadı sevgili okucu teşekkür ederim buraya kadar geldiğin için, ama bir isteğim var senden. Kapıyı sürgülemeyin, çekirdek sanat evi kayıtlarını dinleyin, şiir okuyun; bol bol.  Korkmayın yaşamaktan, sevmekten.

deniz perhan.