16 Mayıs 2012 Çarşamba

köy'den köy'e


Yeni bi kaç sözcüğü yan yana getirme hususunda en büyük eksiğimin ne olduğunu artık daha iyi biliyorum. Aklıma gelmişken bir şeyler, zamanında zahmet edip de kalemi alamamak. Artık kalem de kullanmıyoruz ya olsun. Daha da fazla ötelemeden şimdi bir fotoğrafa bakıp yeniden hatırladığım düşünceyi artık daha fazla geç kalınmasın diye başlıyorum, bismillah diyip ne olacağını bilmemeye.

Bismillah.

Şaka yaptığımı sandız diğmi? Yok efendim ne şakası. Ne sizleri güldürmek gibi bir niyetim var, ne de güldürürken düşündürmek.  Şimdi john lennon gözlüklü bir fotoğrafımı göstereceğim size. Hani demiştim ya bir fotoğrafa bakıp anımsadım diye, işte o fotoğraf bu fotoğraf. Ama konu ne benim, ne yanımdaki kıvırcık saçlı arkadaş ne de vapur ve martılar. Fotoğrafta dikkat etmedğiniz, eli çenesinde iskeleye bakan bir adam var. İşte ben ne kadar olur bilmem, ondan bahsedeceğim.


Dünya gözüyle taksim’de bir bir mayıs göreyim diye istanbula gittiydim. Onca yol gitmişkende bir gün kalmak olmazdı. Gelmişken İstanbul’daki dostları görelim dedik. Bir de istanbul’un sokaklarını harmanlayalım, bizim santurumuzun tınıları biraz da orada yer bulsun istedik.

Bindik karaköy’den vapura, kadıköy’e geçiyoruz.  Yanımızda santur var, flüt var, bendir  var. Vapurda martılara simit atabilirdik. Atmadık.  İskeleden ayrılmayı bekliyoruz. Yanımda da o çenesinde eli iskeleye bakan adam var. Sohbet tam olarak nasıl başladı şimdi iyi hatırlayamıyorum. Bizim bendiri görmüş olacak bi bakmak istedi. Buyur dedik. Kıvrak ritimler, usuller. Bizim kerem bilmiyor o kadarını.

Müzik konuştuk biraz, asıl enstürmanı kemanmış. Perküsyonu da iyi çalarmış. O eli çenesinde adama adını sordum. Abdullah mı dedi başka bi isim mi söyledi şimdi çok iyi hatırlayamıyorum. Ben ondan bahsettikçe, eli çenesinde adam demek yerine Abdullah abi diyeceğim. Gerçek ismi Abdullah olmasa bile o koca şehirde, benzer bir hayat öyküsüyle elbette bir Abdullah abi daha vardır. Hatta ne biri onlarca Abdullah.
Abdullah Abi, başta bizim Kerem’le ve o kıvırcık saçlı arkadaşla yaptığımız sohbete dahil olmaya çalışıyordu, laf atmalar, benimde fotoğrafımı çek demeler. O dakikalarda sohbeti kilitleyecek birisiymiş gibi geliyordu gözüme. Çok meşhur bi söz var, atomu parçalamaktan daha zordur diye önyargıyı yıkmak. Tam da böyle olmasa da benzer bir önyargıyla bakmıştım ona. Taa ki bendirden laf açasıya kadar.

Abdullah abiyle vapurdaki sohbetimiz işte böyle başladı. Esmer teninin üzerinde Abdullah Abi’nin eski bir kumaş pantolon, eski bir gömlek ve eski kadife bir ceket vardı. Ve yanında taşıdığı ufak tefek araç gereçler, bir de kara bir torba. Yani tüm mal varlığıyla yanımızda seyahat eden bir adam…

Vapurun hareket etmesinden birkaç dakika sonra yanındaki radyoyu kucağına aldı. Abdullah Abi’nin radyosu nerden baksanız yetişkin bir kedi büyüklüğünde. –Şurda bir parantez açayım da özür dileyim sizden; Radyonun büyüklüğünü anlatmak için düşündüm düşündüm nasıl daha güzel bir cümle kurarım diye, baş ucumda uyuyan kedim zagoru görünce, radyonun büyüklüğünü anlatmak için yetişkin bir kediden daha güzel tek bir sözcük bulamadım. “Neyse” diyip devam ediyorum – Abdullah Abi radyo istasyonlarını geziyor, cızırtı, hatrı sayılacak seviyede. Tabi üstüne birde rüzgarın sesi de eklenince, tadından yenmeyecek bir güzellik çıkıyor ortaya. -Belki güzellik dediğime şaşıracaksın. Ama seviyorum o tarz cızırtıları. O cızırtılar da müziğin samimiyetini buluyorum.-  Radyo istasyonlarını dolaşırken, diğer istasyonlara nazaran daha iyi çeken bir kanal bulduk sonunda. Radyo’dan ses yükseliyor ama nasıl? Klap mı derler disko mu derler adına bilmiyorum. Pek sevmem ben öyle şarkıları. Abdullah abi de sevmedi. Yeni bir istasyon arayışı bir süre daha devam etti. Sonunda dinlenilmeye değer bir şeyler bulduk.

Fonda, Bülent Ersoy var. Abdullah abi müziğin her türlüsünü severim diyor. Sordum, peki dedim niye şimdi müzikle ilgilenmiyorsun, keman çalmıyor musun? Çok oldu dedi.  Benim şu basit sorumla  yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye başlamıştı. Muhtemelen sohbet ettiği benim gibi diğer insanların da ona yönelttiği aynı basit sorulardan sormaya devam ettim. Nerelisin? Kimin Kimsen var mı? Nerde yatıyorsun? Nasıl böyle oldu?

Farkında olmadan Abdullah Abi’nin canını sıkmaya başlamıştım. Karslıydı. Dokuz kardeştiler. Ama şimdi, hiç biriyle görüşmüyormuş. Ne zaman İstanbul’a geldiğini ise hatırlamıyor. Bir karton kutu olduktan sonra tüm sokaklar Abdullah Abi’nin evi. Yukarda bahsettiğim kara poşete geldiğimde ise geçimini mendil satarak sağlıyor diyeceğim, ama  biliyorum komik olacak. En can alıcı sorumu sorup, cevabını almaya gelince ses’ine Abdullah Abi’min karmakarışık bir duygunun izi çöküyor. Tam olarak neydi o duygu, özlem mi pişmanlık bambaşka bir şey mi hiç bilmiyorum. Düşünmedim de, öyle kaldı. 10 sene içerdeydim dedi ben. Peki suçun neydi? Bir süre durdu, “cinayet” dedi.

Kısa bir sessizliğin ardından dinleyebilirim dedim Abdullah Abi; tabi anlatmak istersen. Ve sanırım Abdullah abi bu sorunun karşısında en can alıcı, onu bu denli zihnimde yer almasını sağlayan cevabı verdi.

“Şimdi denizi izlemek istiyorum”

Sustum. Onunla birlikte denizi izledim ben de. Kerem ile Bensu da bizim sohbette bıraktığım yerden devam etmişler, iki yaka kadar yol almışlar. Sonra vapur Haydarpaşa’ya yanaştı. Baktım Abdullah Abi gidiyor, bir mendil aldım ondan. Elimi uzattım. Tokalaştık. Görüşürüz dedim.

Kadıköyde vapurdan inince, iş bankasının köşesinde yine Abdullah Abi’yi gördüm. Bankanın mermerinde uyuyordu. Yaşı nerden baksan Abdullah abinin iki katı.

Son söz:
İstanbul, büyük şehirsin vesselam ona sözüm yok. Ama büyüklüğünü hiç mi hiç göstermiyorsun.


deniz perhan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder