Yeni bi kaç sözcüğü yan yana getirme hususunda en büyük
eksiğimin ne olduğunu artık daha iyi biliyorum. Aklıma gelmişken bir şeyler,
zamanında zahmet edip de kalemi alamamak. Artık kalem de kullanmıyoruz ya
olsun. Daha da fazla ötelemeden şimdi bir fotoğrafa bakıp yeniden hatırladığım
düşünceyi artık daha fazla geç kalınmasın diye başlıyorum, bismillah diyip ne
olacağını bilmemeye.
Bismillah.
Şaka yaptığımı sandız diğmi? Yok efendim ne şakası. Ne
sizleri güldürmek gibi bir niyetim var, ne de güldürürken düşündürmek. Şimdi john lennon gözlüklü bir fotoğrafımı
göstereceğim size. Hani demiştim ya bir fotoğrafa bakıp anımsadım diye, işte o
fotoğraf bu fotoğraf. Ama konu ne benim, ne yanımdaki kıvırcık saçlı arkadaş ne
de vapur ve martılar. Fotoğrafta dikkat etmedğiniz, eli çenesinde iskeleye
bakan bir adam var. İşte ben ne kadar olur bilmem, ondan bahsedeceğim.
Dünya gözüyle taksim’de bir bir mayıs göreyim diye istanbula
gittiydim. Onca yol gitmişkende bir gün kalmak olmazdı. Gelmişken İstanbul’daki
dostları görelim dedik. Bir de istanbul’un sokaklarını harmanlayalım, bizim
santurumuzun tınıları biraz da orada yer bulsun istedik.
Bindik karaköy’den vapura, kadıköy’e geçiyoruz. Yanımızda santur var, flüt var, bendir var. Vapurda martılara simit atabilirdik.
Atmadık. İskeleden ayrılmayı bekliyoruz.
Yanımda da o çenesinde eli iskeleye bakan adam var. Sohbet tam olarak nasıl
başladı şimdi iyi hatırlayamıyorum. Bizim bendiri görmüş olacak bi bakmak
istedi. Buyur dedik. Kıvrak ritimler, usuller. Bizim kerem bilmiyor o kadarını.
Müzik konuştuk biraz, asıl enstürmanı kemanmış. Perküsyonu
da iyi çalarmış. O eli çenesinde adama adını sordum. Abdullah mı dedi başka bi
isim mi söyledi şimdi çok iyi hatırlayamıyorum. Ben ondan bahsettikçe, eli
çenesinde adam demek yerine Abdullah abi diyeceğim. Gerçek ismi Abdullah olmasa
bile o koca şehirde, benzer bir hayat öyküsüyle elbette bir Abdullah abi daha
vardır. Hatta ne biri onlarca Abdullah.
Abdullah Abi, başta bizim Kerem’le ve o kıvırcık saçlı
arkadaşla yaptığımız sohbete dahil olmaya çalışıyordu, laf atmalar, benimde
fotoğrafımı çek demeler. O dakikalarda sohbeti kilitleyecek birisiymiş gibi
geliyordu gözüme. Çok meşhur bi söz var, atomu parçalamaktan daha zordur diye
önyargıyı yıkmak. Tam da böyle olmasa da benzer bir önyargıyla bakmıştım ona. Taa
ki bendirden laf açasıya kadar.
Abdullah abiyle vapurdaki sohbetimiz işte böyle başladı.
Esmer teninin üzerinde Abdullah Abi’nin eski bir kumaş pantolon, eski bir
gömlek ve eski kadife bir ceket vardı. Ve yanında taşıdığı ufak tefek araç
gereçler, bir de kara bir torba. Yani tüm mal varlığıyla yanımızda seyahat eden
bir adam…
Vapurun hareket etmesinden birkaç dakika sonra yanındaki
radyoyu kucağına aldı. Abdullah Abi’nin radyosu nerden baksanız yetişkin bir
kedi büyüklüğünde. –Şurda bir parantez açayım da özür dileyim sizden; Radyonun
büyüklüğünü anlatmak için düşündüm düşündüm nasıl daha güzel bir cümle kurarım
diye, baş ucumda uyuyan kedim zagoru görünce, radyonun büyüklüğünü anlatmak
için yetişkin bir kediden daha güzel tek bir sözcük bulamadım. “Neyse” diyip
devam ediyorum – Abdullah Abi radyo istasyonlarını geziyor, cızırtı, hatrı
sayılacak seviyede. Tabi üstüne birde rüzgarın sesi de eklenince, tadından
yenmeyecek bir güzellik çıkıyor ortaya. -Belki güzellik dediğime şaşıracaksın.
Ama seviyorum o tarz cızırtıları. O cızırtılar da müziğin samimiyetini
buluyorum.- Radyo istasyonlarını
dolaşırken, diğer istasyonlara nazaran daha iyi çeken bir kanal bulduk sonunda.
Radyo’dan ses yükseliyor ama nasıl? Klap mı derler disko mu derler adına
bilmiyorum. Pek sevmem ben öyle şarkıları. Abdullah abi de sevmedi. Yeni bir
istasyon arayışı bir süre daha devam etti. Sonunda dinlenilmeye değer bir
şeyler bulduk.
Fonda, Bülent Ersoy var. Abdullah abi müziğin her türlüsünü
severim diyor. Sordum, peki dedim niye şimdi müzikle ilgilenmiyorsun, keman çalmıyor
musun? Çok oldu dedi. Benim şu basit
sorumla yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye
başlamıştı. Muhtemelen sohbet ettiği benim gibi diğer insanların da ona
yönelttiği aynı basit sorulardan sormaya devam ettim. Nerelisin? Kimin Kimsen
var mı? Nerde yatıyorsun? Nasıl böyle oldu?
Farkında olmadan Abdullah Abi’nin canını sıkmaya
başlamıştım. Karslıydı. Dokuz kardeştiler. Ama şimdi, hiç biriyle
görüşmüyormuş. Ne zaman İstanbul’a geldiğini ise hatırlamıyor. Bir karton kutu
olduktan sonra tüm sokaklar Abdullah Abi’nin evi. Yukarda bahsettiğim kara
poşete geldiğimde ise geçimini mendil satarak sağlıyor diyeceğim, ama biliyorum komik olacak. En can alıcı sorumu
sorup, cevabını almaya gelince ses’ine Abdullah Abi’min karmakarışık bir duygunun
izi çöküyor. Tam olarak neydi o duygu, özlem mi pişmanlık bambaşka bir şey mi
hiç bilmiyorum. Düşünmedim de, öyle kaldı. 10 sene içerdeydim dedi ben. Peki
suçun neydi? Bir süre durdu, “cinayet” dedi.
Kısa bir sessizliğin ardından dinleyebilirim dedim Abdullah
Abi; tabi anlatmak istersen. Ve sanırım Abdullah abi bu sorunun karşısında en
can alıcı, onu bu denli zihnimde yer almasını sağlayan cevabı verdi.
“Şimdi denizi izlemek istiyorum”
Sustum. Onunla birlikte denizi izledim ben de. Kerem ile
Bensu da bizim sohbette bıraktığım yerden devam etmişler, iki yaka kadar yol
almışlar. Sonra vapur Haydarpaşa’ya yanaştı. Baktım Abdullah Abi gidiyor, bir
mendil aldım ondan. Elimi uzattım. Tokalaştık. Görüşürüz dedim.
Kadıköyde vapurdan inince, iş bankasının köşesinde yine
Abdullah Abi’yi gördüm. Bankanın mermerinde uyuyordu. Yaşı nerden baksan Abdullah
abinin iki katı.
Son söz:
İstanbul, büyük şehirsin vesselam ona sözüm yok. Ama
büyüklüğünü hiç mi hiç göstermiyorsun.
deniz perhan