Flört ettiğim bütün kadınlar, kış’ı ne kadar çok sevdiğimi
bilir. -Bu sebeptendir ki; nisanda dahi kar yağma olasılığı olan bir şehirde
yaşarım.- Ama işler sarpa sarınca birisinin bile bir yaz akşamı arayıp hal
hatır sorduğunu henüz görmedim. Ben gönül eğlendirecek adam mıyım? Hiçbirinin hakkını yiyemem. Cadde de ağır
aksak zatımı gezdirirken denk gelsek; elbet selam verirler. Yüreğimde taşırım.
Başımın üzerinde taşırım. O yüzü bir
milyon güneş içinde eczacı kız şimdi ne yapıyor? Geçen, laf aramızda mühendis
bey’le karşılaştık. “Ne yapıyor? Geziyor azizim geziyor… “ dedi. Doğru. Sürtmeyip ne yapacak? Sürtmese
mühendis bey nereden bilecek? Gençliğine yazık.
Ben ömrümde böyle gülmek görmedim. Ben anlattıkça, basardı kahkahayı. Sarhoş olduğum bir gece,
bitli, pireli yavru bir kediyi evime getirmiştim. Ama hava nasıl soğuk,
yavrucak nasıl annesizdi. Oyuncu mu oyuncu, sevecen mi sevecen, halden anlayan
bir sarman… Ertesi sabah ben de bitlenmiş, ilkokuldaki gibi saçlarımı kazıtmak
zorunda kalmıştım. Ne var bunda gülecek? Kedileri sevemeyecek miydim yani?
Sadece bunlara da değil, farklı farklı giydiğim çoraplarıma da gülerdi. Öteki
teki yırtılmış diye sağlam teki çöpe mi atmalıydım? Ne yapayım çulsuzum. Elbet
bayat ekmeği çorbama doğrarım. Pilavı da kaşıkla yerim. Adabı muaşereti duydum
da bir reform adı sandım.
Çulsuzum dedim ya, paket sigara alamıyorum o zamanlar.
İçtiğim tütün de nasıl boğazımı mahvediyor. Birkaç gün kötü öksürdüm, bir gece
öksürmekten uyuyamadığımı hatırlıyorum. Sabahına yürü dedim eczaneye, bu iş
böyle olmayacak. Bir öksürük şurubu, bir pastil almalı. Cepteki son 20 liranın
15ini ilaçlara verince, kalan 5 liraya da bir paket Anadolu aldım. “Madem
iyileşmeyi kafana koydun, içtiğin sigara da kaliteli olmalı değil mi?” dedim
kendi kendime. Bu bahsettiğim, yüzü bir milyon çil içindeki kızla da o zaman
tanıştım. Beyaz önlük nasıl yakışmış bembeyaz tenine anlatamam. Üzerindeki
kazağı çıkarıp, yalnızca önlükle hayal ettim onu, şuruptan her yudum alışımda.
Birkaç güne toparladım, öksürüğüm kesildi.
Daha büyük bir dert baş göstermişti; aklımda yalnız o vardı. Zaten
işsizim, aşık olmaya yer arıyorum. Bir şekilde tavlar, evlenmeye ikna edersem,
düğünümüzde muhakkak o beyaz önlüğü giymeli dedim gelinlik niyetine. Bense yine
bu siyah kadife ceketimi giyeceğim.
Omuzlarımı geniş gösteriyor.
Kör Kamil garson arıyormuş. Benden iyisini mi bulacaklar?
İşe başladım, cebim para gördü. Sigara param çıkıyor, karnım doyuyor, üstüne de
20 lira artıyor. Ne hikmetse cebimde hep 20 lira olur zaten. Meyhaneye giderken
yolumu uzatıyorum, Sürer Eczanesi’nin önünden geçiyorum. Bir gece iş çıkışı,
şansıma nöbetçiydi bizim kız. Dışarıda durdum, düşündüm. Düşündükçe üşüyorum,
hava ayaz. Yolu yok, ya bu gece geçip karşısına konuşacaksın ya da atacaksın kafandan bu sevdayı. Sevdadan
vazgeçmek mi? Bana yakışmaz. Meyhanede çalışıp da eve ayık gitmek mi? Şaşılacak
şey.
“İyi
geceler.”
“Size
de... Yine öksürük şurubu mu? İçeri girmeden nasıl sigara içtiğinizi
gördüm. Birkaç şişe vermeli size.”
“Dışarısı
buz gibi… Babaannem viks diye bir krem sürerdi hasta olunca. Sıcacık yapardı,
ondan var mı sizde? Onu soracaktım.”
Dudakları
neredeyse kulaklarına varacaktı. Ne ilk gün gördüğüm beyaz önlüğü, ne de bu
gülümseyişi unutuyorum. Ayrıca sizde şaşırmadınız mı? Beni nasıl hatırlıyordu?
İçten içe beni hatırlıyorsa, bu iş olur diyordum. Dükkana bir günde onlarca kişi
giriyordu. Beni nasıl unutmadığını sordum.
“Sizi
unutmak mümkün mü? Sadece şurubu alıp gitseniz elbet hatırlamazdım. Çıktıktan 5
dakika sonra geri gelip “tartı ücretsizdi değil mi?” diye sorup bu fırsatı da
es geçmemiştiniz.”
Bir
haftadır izinsiz çalışıyordum. On iki saat ayaktayım. Ama iyi de yiyorum. Ciğerler, kavurmalar,
közlenmiş biberler, haydariler, patlıcan ezmeler… Servisi götürmeden önce, her masanın
mezesinden biraz çalıyorum. Zaten sarhoşlar, ikinciyi söylesinler; umurumda mı?
Yeterince kızardıktan sonra; “İyi hatırlattın.
Bakalım kilo vermiş miyim?” diyebildim sadece. Birkaç dakika önce yeni
topraklar fethetmeye hazırlanan bir fatihken şimdi akşam ezanında yemeğe
çağrılan küçük bir çocuğa dönmüştüm. Kilom aynıydı. Kremi alıp çıktım
eczaneden.
Eve
gelir gelmez Samsa ayaklarıma dolandı. Kucağıma aldım, sevdim. Tuttum, ıslak
burnundan, ağzından öptüm. Oturttum
karşıma, olanları bir güzel anlattım. Kulaklarını dikmiş pür dikkat dinlerken
beni, neredeyse yerinden kalkacak patisiyle sırtıma vurup “Boş ver be oğlum!”
diyecekti. Ne güzel denk geldik de tanıştık Samsa’yla. Ben öksüz, o yetim. Kedi de olsa nefes alıyor,
çok şükür evde bir ses, bir nefes daha var.
“Bir şey söylesene a benim canım… Ağzım vardı, dilim vardı, yarım bir
cesaretim vardı ama konuşamamıştım.” Baktım anlattıklarım uykusunu getiriyor
yavrucağın, tamam dedim, sıkmayacağım seni daha fazla. Baktım, güneş doğuyor,
geçtim, yanına uzandım. –Yarın konuşuruz.
Meyhanede
en çok iş olan saatler akşam 9 ile 10.30 arasıdır. Müdavimler akşam yemeklerini
yiyip birer ikişer gelmeye başlarlar. Hangi masa ne istiyor? Kaç kişi
gelmişler, hangi masayı ayarlayalım? Bu ve bunun gibi soruların telaşı
bittikten sonra servisi yapıp masayı donat, gerisi rahattır. Sonra uzaktan
bakarsın, bir şey isteyen varsa götürürsün. Kapı açıldı, saat 10’a gelirken
mühendis bey’le arkadaşları geldiler. Kendisiyle okul yıllarından beri
tanışırız. İyi arkadaşızdır laf aramızda. Ben felsefe okudum, garson oldum; o,
bey. Mesleğinden oldum olası nefret eder.
“Patrona; üç işçi burada fazlalık, üretimi şöyle yapsak daha fazla kar ederiz demek
zorundayım. Daha bir sürü şey… Ne umdum? Ne buldum? Endüstri Mühendisiymiş!
Peh! ”
Ahmet Bey masa da rakısını yudumluyor, bense
uzakta kulplu bardağımda biramı içiyorum. O geçen ay fabrikadan ayrılan Mehmet
Usta’yı düşünüyor; ben, eczacı kızı. Masalarına buz götürdüm, çıkışta biraz
laflayalım mı dedim. Dükkanı beraber
kapattık.
Kol kola
girmiş, yürümeye çalışırken anlat dedi, derdin ne?
-Biliyorsun
insanlar sarhoş oldukları zaman üçe ayrılırlar. Hır-gür çıkarıp kavga etmeye
yer arayanlar. Eve kedi getirenler. Bir de meyhanede fasılın en eğlenceli
yerinde aklına Konstantin Kavavis’in Şehir şiiri geldiğinde eve gidip Ezginin
Günlüğü dinlemek isteyenler.
-Kadınlar’a
gelecek olursak kaça ayrılır bilmiyorum. Ama hangi tür kadınları sevdiğini çok
iyi biliyorum. Pilavcıda ekmeğin son lokmasıyla işkembenin son yudumunu ağızda
harmanlamadan tam olarak bir saniye önce, neden seni Samsa’yla tanıştırmıyorum
dediğinde ‘hayır’ demeyenler.
-Ama
öyle kolay da değildir biliyorsun, bir tas çorbaya yarım ekmeği
sığdırabilmek. Büyük ustalık ister.
Senin gibi mühendis olsa bile insanın iyi hesaplamalar yapması gerekir. Yoksa, ejderha olsa kar etmez.
-Erkekler
sonra kendi arasında tekrar ikiye ayrılır. Bir tas çorbaya yarım ekmeği
sığdırıp kadınlara Ahmed Arif’den bahsedebilenler. Ve buna gerek duymayıp
sevdayı kaygan ve yumuşak, sessiz ve yalıtkan soluk borusunda, pahalı içkilerle
ancak hissedebilenler. Şimdi söyle bakalım, kim bu kadın?
-Anlatayım.
Ben de bu soruyu bekliyordum. Güzel çok
güzel bir kadın-
-Sadede
gel oğlum.
-Aslına
bakarsan adını bile bilmiyorum. Beyaz
önlük giyiyor. İkinci buluşmamızda da rezil oldum, daha doğrusu ikinci
görüşmemizde... Birazdan
çalıştığı yerin önünden geçeceğiz, şansımız varsa oradadır.
Şehirden
el ayak çekilmeye başladığı bu saatlerde ara sokaklar daha bir yalnızdır. Önce
sağ, sonra sol. Sonra tekrar sol. Işıklarıyla Sürer Eczanesi karşımızda.
Bizimkisi sokağı kadar olmasa da yalnız, içeriden hafif bir müzik duyuluyor,
kitap okuyor. Ahmet ile kol kola girmiş birbirimizden güç alarak ayakta durmaya
çalışırken tabiatın en mucizevi şeyinin birkaç saniye içerisinde
gerçekleşeceğini bilemezdim. Kitabını masaya bıraktı, başını kaldırdı. Aramızda
bir camekan, göz gözeydik. Tabiatın en mucizevi olayı elbette benim gözlerimi
ondan alamayışım değildi. İçeride çaydanlık taşmaya başlamış, çay demlenmeye
hazırdı. Bize doğru geliyordu.
“Ahmet,
ne yapacağız şimdi?”
Kapı
aralandı, içeriye davet edildik.
Öksürüğüm de yok, soracak ilaç da. Ne diyeceğim şimdi? Kafamda onlarca
düşünce ile kem küm etmeye hazırlanırken eczacı kız; “çay beş dakikaya demini
alır birer çay içelim.”dedi. O beş dakika nasıl geçti şimdi pek hatırlamıyorum.
Fincanlarda çaylarımız geldi. Büyük bardak çay denilince aklıma nedense bir
kahve fincanını getiremem. Hep bir su bardağı olur büyük bardaktan anladığım.
İçtiğim içkinin rengini görmek isterim. Çayı sigarasız bırakmak istemeyen Ahmet
dışarı çıktı.
-Son zamanlarda biraz fazla mı karşılaşıyoruz?
Neredeyse her gün buradan geçiyorsun.”
-Fark
etmene sevindim. Adını soracaktım.
-Işıl.
Hikayemin
bundan sonraki kısmına, yüzünde bir milyon güneş olan kız ya da eczacı kız
demek yerine Işıl diyerek devam edebilirim artık.
-Işıl,
söyleyecek o kadar çok şey var ki başlayacak yerim de yok. Bu cümle tanıdık
geliyor mu bir yerden? Okuduğum kitaplarda illa altını çizecek bir cümle
bulurum. Salinger’in okuduğum ilk kitabında da bu cümle geçiyordu. Okuduğum
kitapların, izlediğim filmlerin hep etkisinde kalmışımdır. Batman’i izlediğim
zaman kendimi batman olabileceğime inandırmıştım. Çocuksu bir hayal değildi.
Evet, batman çizgi romandan çıkan bir süper kahramandı. Ancak süper güçleri
yoktu. Benim de yoktu. Biraz para ve bolca ileri teknolojiye ihtiyacım vardı.
Cepteki yirmilik ile süper kahraman olamayacağımı fark ettiğim için kısa sürede
vazgeçtim bu sevdadan. Işıl… Ne güzel gözlerin vardı. Ne güzel gülüyordun.
Gülmek bir insana bu kadar yakışmamalı. Maazallah nazar değdireceksin dünyaya.
Güneşin etrafında değil, mümkün olsa senin etrafında dönecek dünya. Güneş’im
benim. Yüzünde kaç milyon güneş vardı? Sayamadım.
Ne
saçmalıyordum? Birkaç saniye içinde, adını duyduğum anda içimden geçen
düşünceler bunlardı. Adımı söyledim. Havadan sudan yani baharın bir türlü gelmiyor
oluşundan, evindeki çiçeklerden, fesleğen kokusundan, işlerimizden, okuduğu
kitaptan biraz da samsadan konuştuk. Şaşırıyordum, sesi sesime çarpıyordu.
İmkansızı başarmıştım. İmkansız denilen bu kadar kolay mıydı? Hep böyle mi
olurdu? Bir ara dışarıya baktım, çay bardağını kaldırım taşının üzerine
bırakmış, Ahmet yokluğunu bize hissettirmeden gitmişti. Baş başaydık. Sabah
ezanı okunmaya başlayınca, saatin farkına vardım. Işıl, açsan bir çorba içelim
dedim. Mesainin bitmesine daha çok var mı? Olur cevabını aldım. Sarhoşluğum
geçiyordu. Kendime geliyor, kendime inanmakta karşımdakinin, yanımdakinin o
olduğunu idrak etmekte zorlanıyordum. Ne olur gördüğüm rüya olmasın. Meyhanede
bir masanın üzerine sızıp birazdan boyun ve bel ağrısıyla uyanmayayım diyordum.
Düpedüz gerçekti bu.
Bir tavuk
suyu, Bir ezo. Limon yerine limon suyunu önüme getiren lokantalardan nefret
ederim. Burası da öyle bir yer. Bir kadın sabahın altısında nereye götürülür pek
bilemiyorum. Kimse bilmez zaten. Karnım aç, ekmeği çorbaya gömdüm. Bir yandan
da samsayla nasıl tanıştığımızı anlatıyorum. Gülüyor.Malum
an geldi, tabaktaki çorba giderek azalıyor, şimdi ne olacak? Dik dur, kararlı
ol. Lafı gevelemeden dosdoğru söyle yüzüne. Bırak gerisini o düşünsün. “Neden samsa ile tanışmaya gelmiyorsun?. “
Sabahın
ilerleyen saatlerinde seviştik. Etten ve kemikten daha fazlası değiliz artık.
***
Hikayenin
bundan sonraki kısmında Işıl diyeceğimi, lakin bir daha adını anmadığımın, gecenin
sabahında -daha doğrusu sabahın akşamında- nasıl ayrıldığımızdan söz
etmediğimin, bir daha görüşüp görüşmediğimizden bahsetmediğimin ve onlarca
diğer ayrıntıyı noksan bıraktığımın elbet farkındayım. İstanbullu Yusuf’un da
dediği gibi, çünkü ben, bizzat yarım bırakılmış bir niyetim.
.........................................................................
Bu öykü, Nisyan Dergisi'nin 10. sayısında (ekim kasım 2015) kendine yer bulmayı başarmıştır. Selam olsun!
.........................................................................
Bu öykü, Nisyan Dergisi'nin 10. sayısında (ekim kasım 2015) kendine yer bulmayı başarmıştır. Selam olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder