27 Ağustos 2015 Perşembe

Manastırsız Hilmi Bey

Kendisine değil kendisi gibi bir Bey’e yıllar önce yöneltilen bir soruyu, bir bando şefinin hüznünü düşünerek mavi banyo terliği ve paçaları kısa gelen pijamasıyla evinin balkonunda oturuyordu Hilmi Bey. Balkon duvarları elli yedi yaşındaki adamın belden aşağısını kimseye göstermediğinden dışarıdakiler için gülünecek bir şey de yoktu. Bu adamın pijamasına ve terliklerine kim ne hakla gülebilirdi? Karısı Ayfer Hanım, göğüs kanserinden genç yaşında öldükten iki yıl sonra, Ayfer Hanım’ın gelin geldiği gecekonduyu oğlu Sadık’ın düğün masraflarını karşılayabilmek için bir müteahhite verip bu apartman dairesine taşınmıştı. Sadık, ilçenin vergi dairesinde memurdu. En kötü haftada bir babasının yanına uğrar bir şeye ihtiyacı olup olmadığı sorar ve ben kendi başımın çaresine bakarım yanıtını alırdı. İsmine yakışan bir evlattı Sadık. Anıların olmadığı bir evde günden güne yalnızlaşan ve ihtiyarlaşan Hilmi Bey, balkonda fesleğenlerin arasından sokağa, sokağın başındaki bakkala girip çıkanların torbalarına bakıyordu. Üçüncü kattan torbaların içi pek seçilmese de kaç tane ekmek alındığını saymak güç değildi. İki çocuklu bir aile nasıl her gün dört ekmek yerdi? Ekmekten başka bir şey alamıyorlar herhalde diye düşündü. İkindi ezanının okunmasıyla oturduğu sandalyeden kalktı. Üzerini değiştirdi, ceketinin iç cebine namaz takkesini koydu ve iki sokak ötedeki Kırım Camii’sinin yolunu tuttu. İstediği zaman camiye, istediği zaman meyhaneye giden bir adamdı Hilmi Bey. “Onun yeri ayrı, bunun yeri ayrı” derdi.

Halk Kıraathanesi her zamanki müşterileriyle doluydu. Ameleler, kumar oynayan gençler, çiftçiler ve ihtiyarlar… Kahvehanenin adı, sahibinin on iki eylül öncesinde Dev-Yol’cu oluşundan değil, Halk Bankasının hemen yanında olmasından dolayı, Halk Kıraathanesiydi. Ocakçı Cengiz ömrü boyunca çay doldurup çay servis ettiğinden halkının sorunlarıyla pek ilgilenememiş ama dört yol ağzına yakın halkın en çok ihtiyacı olan şeyi yani ilçedeki bilmem kaçıncı kahvehaneyi açmıştı. Halk Kıraathanesinin bahçesinde, çınar ağacının gölgesinde ağustos ayında boş bir masa kapmak yöre insanı için büyük şanstı.  Sabahtan tarla işlerini bitiren erkekler için yapılacak tek aktivite namaz vakitleri arasında kahvede oturmak, çay içmek, zeytin fiyatlarından ve dul hemşire Canan Hanım’dan konuşmaktı.

Hilmi Bey, namazını kıldıktan sonra yolunu uzatarak kahvenin önünden geçeyim, eşi dostu görür biraz muhabbet ederim diye düşündü. Çınarın altında, emekli astsubay başçavuş Turgut Tüfekçioğlu’nun masasına oturdu. Bir asker emeklisine bu soyadından daha fazla yakışabilecek başka bir isim yoktu. 12 Eylül döneminde ilçenin en önemli adamlarından biri olan Turgut, insanların kendisine saygı duyduğu günlerine olan özlem ile şimdi “al sana Moskof domuzu” dercesine oyun kağıtlarını masaya vuruyordu.  On ikilik tepsiyi dolaştıran Cengiz, Hilmi Bey söylemeden çayını masaya bıraktı.

-Turgut, bu yaştan sonra poşet çaylara alıştım. Evde bir başına olunca çay demleyesi gelmiyor pek insanın.

-Ben diyorum, şu Canan Hanım’ı alalım sana diye…

- Yahu git işine, hadi oyununu oyna.

Turgut bacak attı, esnedi. Hilmi Bey, gazetesini okumaya başladı. Arka masada ustabaşı Ersan, etrafındakilere yarın gideceği işten bahsediyordu.  “Bizim buraya yeni bir market açıyorlar. Buralar da gelişecek büyüyecek artık. Baya büyük tadilata giriyorlar, ben de oranın yıkım işini aldım. Bana molozları taşıyacak birkaç adam lazım. Dört kişi olsak akşam altıda biter iş, yevmiyesi de 100 lira. Haydar sen gelir misin?” Söze Hilmi Bey karıştı.

-Ersan ben gelirim. Canım sıkılıyor vallahi.

-Hilmi Ağabey kolay değil bizim iş. Hem senin gibi bir edebiyat öğretmenine yakışır mı?

-Yakışır yahu niye yakışmasın? Sen bakma böyle ihtiyarladığıma gücüm kuvvetim yerinde benim. Alt tarafı iki tane çuval taşımayacak mıyız? Şurada iki ay sonra kapının önüne yığılacak bir ton kömürü o kadar odunu ben taşımayacak mıyım sanki? Yaz beni sen, şu kömürün parasının birazını çıkartsak yeter. Ağustos bitiyor artık. Yapamazsam da yoruldum derim Ersan. Sen de bir daha beni çağırmazsın olur biter. Baksana şunlara başlarını beş liralık kumardan kaldıracak halleri yok. Çay parasına günü geçirirler.
Söze Haydar karıştı.

-Doğru düzgün iş var da mı çalışmıyoruz?

-Haydar işin eğrisi mi olurmuş? Seni bizim sağlık ocağına doktor yapalım istersen.

-Benim keyfim yerinde Ersan Ağabey sen Hilmi Hocayı yaz.

-Sen kaşındın hocam. Sonra su koyvermek yok. Sabah 8’de görüşürüz o zaman.

Balkonundaki çiçekleri günde bir kere hatta günaşırı bile sulasa olurdu ama azar azar bir sabah bir akşam sulardı Hilmi Bey. Yavaşça suyun saksıya dökülüşünü izler her seferinde büyüyen, güzelleşen çiçeklerini gördükçe içini huzur kaplardı. Gün kararmak üzereyken eve geldi. Kahve insanı böyledir,“bir çay daha iç hocam, az daha otur hele” der durur. Fazla mesaiye kalmış, çocukları uyuduktan sonra eve dönmüş olmanın üzüntüsünü yaşayan bir baba gibi, çocuklarının yatakları yanına değil, balkonda çiçeklerinin yanına usulca geldi Hilmi Bey. “Şu patatesleri suya koyayım hemen geliyorum” dedi. Akşam yemeğinde haşlanmış patatesler, tuzlanacak,  kekik ve kırmızı biberle buluşacak, ayranın yanında onu bekliyor olacaktı. Kolesterolüne zararı olmayan basit ama sevdiği bir yemekti bu. Radyo’da 102.1 TRT Nağme’yi bulduktan sonra küçük balkonundaki sandalyesine oturdu. Fesleğenini sevdi, elini kokladı. Sardunya ve ortancanın keyfi yerinde gibi gözüküyordu. Eski evinin bahçesindeki akşamsefaları geldi aklına. Güneşe tutkun olup da yalnız geceleri açan bir çiçek herhalde yeryüzünün en ince duygusuna sahip çiçeğiydi. Yeşillerin içinde morlar ve kapıda onu bekleyen Ayfer öyle güzeldi ki. Radyoda en sevdiği şarkı çalmaya başlamıştı. Münir Nurettin Selçuk söylüyordu; “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın/ Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın/ Öyle yıktın ki bütün inançlarımı / Beni sensiz bıraktın, beni sensiz bıraktın…”

 Balkon kapısından salon duvarında asılı olan siyah beyaz düğün fotoğrafına bakıp “Ah be Ayfer Hanım, Tam huzura kavuştuk, oğlan işe başladı derken gidilecek zaman mıydı?” dedi içinden. İçinden konuşuyordu çünkü ortancayı üzmek istemiyordu. Onlara yarın gideceği amelelik işinden söz etmeli miydi bilmiyordu. En iyisi yarın işten dönünce anlatmaktı, haline bir çiçeğin bile üzülmesini istemiyordu. Çiçekler anlar, hisseder, siz anlatsanız da anlatmasanız da. Bir çiçeğin yerini beğenmemesi bundandır. Yaşadıklarınızı onunla paylaşmıyorsunuz diye size küsmüştür, hepsi bu. Kolay affederler, onların da zaafı bu.

 Patatesler olmuştur artık diyerek yemeğini hazırladı. Yemeğin ardından aynı sandalyede oturmaya, yer yer çiçekleriyle sohbet etmeye ve uzun uzun sessiz alacakaranlık sokağını izlemeye devam etti. Bir süre sonra sabah erken kalkacağını düşünerek uyumaya gitti. İçinde kimseye anlatamadığı sıkıntılar, uyumasına bir türlü izin vermiyordu.

*

Çocuklar alet edevatı arabaya yüklüyorlardı. Ersan saatine baktı, “Hilmi Hoca, madem gelmeyecektin ne diye o kadar tantana yaptın dün” diye söylendi. Bu saatte kimseyi bulamayız, bir evine uğrayalım belki kalkamamıştır, yoksa iş baya uzayacak, çıkmamız akşam 10’u bulur dedi yanındakilere.  Hilmi Hoca’nın ziline uzun bastı Ersan. Açan olmadı.

Sardunya duydu, ortanca duydu, fesleğen duydu zili, Hilmi Bey duyamadı.

Ne o sabah ne başka bir sabah bir daha uyanamadı Hilmi Bey. Bey dediğimize bakmayın, öylesine bir adamdı Hilmi, hakkında ne bir şiir ne bir öykü yazılacak.


...........................................

Nisyan Dergisi Sayı 11 (Aralık2015 -Ocak2016)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder