Kendisine değil kendisi gibi bir Bey’e yıllar önce
yöneltilen bir soruyu, bir bando şefinin hüznünü düşünerek mavi banyo terliği
ve paçaları kısa gelen pijamasıyla evinin balkonunda oturuyordu Hilmi Bey.
Balkon duvarları elli yedi yaşındaki adamın belden aşağısını kimseye
göstermediğinden dışarıdakiler için gülünecek bir şey de yoktu. Bu adamın
pijamasına ve terliklerine kim ne hakla gülebilirdi? Karısı Ayfer Hanım, göğüs
kanserinden genç yaşında öldükten iki yıl sonra, Ayfer Hanım’ın gelin geldiği
gecekonduyu oğlu Sadık’ın düğün masraflarını karşılayabilmek için bir
müteahhite verip bu apartman dairesine taşınmıştı. Sadık, ilçenin vergi
dairesinde memurdu. En kötü haftada bir babasının yanına uğrar bir şeye
ihtiyacı olup olmadığı sorar ve ben kendi başımın çaresine bakarım yanıtını
alırdı. İsmine yakışan bir evlattı Sadık. Anıların olmadığı bir evde günden
güne yalnızlaşan ve ihtiyarlaşan Hilmi Bey, balkonda fesleğenlerin arasından
sokağa, sokağın başındaki bakkala girip çıkanların torbalarına bakıyordu.
Üçüncü kattan torbaların içi pek seçilmese de kaç tane ekmek alındığını saymak
güç değildi. İki çocuklu bir aile nasıl her gün dört ekmek yerdi? Ekmekten
başka bir şey alamıyorlar herhalde diye düşündü. İkindi ezanının okunmasıyla
oturduğu sandalyeden kalktı. Üzerini değiştirdi, ceketinin iç cebine namaz
takkesini koydu ve iki sokak ötedeki Kırım Camii’sinin yolunu tuttu. İstediği
zaman camiye, istediği zaman meyhaneye giden bir adamdı Hilmi Bey. “Onun yeri
ayrı, bunun yeri ayrı” derdi.
Halk Kıraathanesi her zamanki müşterileriyle
doluydu. Ameleler, kumar oynayan gençler, çiftçiler ve ihtiyarlar… Kahvehanenin
adı, sahibinin on iki eylül öncesinde Dev-Yol’cu oluşundan değil, Halk
Bankasının hemen yanında olmasından dolayı, Halk Kıraathanesiydi. Ocakçı Cengiz
ömrü boyunca çay doldurup çay servis ettiğinden halkının sorunlarıyla pek
ilgilenememiş ama dört yol ağzına yakın halkın en çok ihtiyacı olan şeyi yani
ilçedeki bilmem kaçıncı kahvehaneyi açmıştı. Halk Kıraathanesinin bahçesinde,
çınar ağacının gölgesinde ağustos ayında boş bir masa kapmak yöre insanı için
büyük şanstı. Sabahtan tarla işlerini
bitiren erkekler için yapılacak tek aktivite namaz vakitleri arasında kahvede
oturmak, çay içmek, zeytin fiyatlarından ve dul hemşire Canan Hanım’dan
konuşmaktı.
Hilmi Bey, namazını kıldıktan sonra yolunu uzatarak
kahvenin önünden geçeyim, eşi dostu görür biraz muhabbet ederim diye düşündü. Çınarın
altında, emekli astsubay başçavuş Turgut Tüfekçioğlu’nun masasına oturdu. Bir
asker emeklisine bu soyadından daha fazla yakışabilecek başka bir isim yoktu.
12 Eylül döneminde ilçenin en önemli adamlarından biri olan Turgut, insanların
kendisine saygı duyduğu günlerine olan özlem ile şimdi “al sana Moskof domuzu”
dercesine oyun kağıtlarını masaya vuruyordu.
On ikilik tepsiyi dolaştıran Cengiz, Hilmi Bey söylemeden çayını masaya
bıraktı.
-Turgut, bu yaştan sonra poşet çaylara alıştım. Evde
bir başına olunca çay demleyesi gelmiyor pek insanın.
-Ben diyorum, şu Canan Hanım’ı alalım sana diye…
- Yahu git işine, hadi oyununu oyna.
Turgut bacak attı, esnedi. Hilmi Bey, gazetesini
okumaya başladı. Arka masada ustabaşı Ersan, etrafındakilere yarın gideceği
işten bahsediyordu. “Bizim buraya yeni
bir market açıyorlar. Buralar da gelişecek büyüyecek artık. Baya büyük tadilata
giriyorlar, ben de oranın yıkım işini aldım. Bana molozları taşıyacak birkaç
adam lazım. Dört kişi olsak akşam altıda biter iş, yevmiyesi de 100 lira.
Haydar sen gelir misin?” Söze Hilmi Bey karıştı.
-Ersan ben gelirim. Canım sıkılıyor vallahi.
-Hilmi Ağabey kolay değil bizim iş. Hem senin gibi
bir edebiyat öğretmenine yakışır mı?
-Yakışır yahu niye yakışmasın? Sen bakma böyle
ihtiyarladığıma gücüm kuvvetim yerinde benim. Alt tarafı iki tane çuval
taşımayacak mıyız? Şurada iki ay sonra kapının önüne yığılacak bir ton kömürü o
kadar odunu ben taşımayacak mıyım sanki? Yaz beni sen, şu kömürün parasının
birazını çıkartsak yeter. Ağustos bitiyor artık. Yapamazsam da yoruldum derim
Ersan. Sen de bir daha beni çağırmazsın olur biter. Baksana şunlara başlarını
beş liralık kumardan kaldıracak halleri yok. Çay parasına günü geçirirler.
Söze Haydar karıştı.
-Doğru düzgün iş var da mı çalışmıyoruz?
-Haydar işin eğrisi mi olurmuş? Seni bizim sağlık
ocağına doktor yapalım istersen.
-Benim keyfim yerinde Ersan Ağabey sen Hilmi Hocayı
yaz.
-Sen kaşındın hocam. Sonra su koyvermek yok. Sabah
8’de görüşürüz o zaman.
Balkonundaki çiçekleri günde bir kere hatta günaşırı
bile sulasa olurdu ama azar azar bir sabah bir akşam sulardı Hilmi Bey. Yavaşça
suyun saksıya dökülüşünü izler her seferinde büyüyen, güzelleşen çiçeklerini
gördükçe içini huzur kaplardı. Gün kararmak üzereyken eve geldi. Kahve insanı
böyledir,“bir çay daha iç hocam, az daha otur hele” der durur. Fazla mesaiye
kalmış, çocukları uyuduktan sonra eve dönmüş olmanın üzüntüsünü yaşayan bir
baba gibi, çocuklarının yatakları yanına değil, balkonda çiçeklerinin yanına
usulca geldi Hilmi Bey. “Şu patatesleri suya koyayım hemen geliyorum” dedi. Akşam
yemeğinde haşlanmış patatesler, tuzlanacak, kekik ve kırmızı biberle buluşacak, ayranın
yanında onu bekliyor olacaktı. Kolesterolüne zararı olmayan basit ama sevdiği
bir yemekti bu. Radyo’da 102.1 TRT Nağme’yi bulduktan sonra küçük balkonundaki
sandalyesine oturdu. Fesleğenini sevdi, elini kokladı. Sardunya ve ortancanın
keyfi yerinde gibi gözüküyordu. Eski evinin bahçesindeki akşamsefaları geldi
aklına. Güneşe tutkun olup da yalnız geceleri açan bir çiçek herhalde
yeryüzünün en ince duygusuna sahip çiçeğiydi. Yeşillerin içinde morlar ve kapıda
onu bekleyen Ayfer öyle güzeldi ki. Radyoda en sevdiği şarkı çalmaya
başlamıştı. Münir Nurettin Selçuk söylüyordu; “Beni kör kuyularda merdivensiz
bıraktın/ Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın/ Öyle yıktın ki bütün
inançlarımı / Beni sensiz bıraktın, beni sensiz bıraktın…”
Balkon
kapısından salon duvarında asılı olan siyah beyaz düğün fotoğrafına bakıp “Ah
be Ayfer Hanım, Tam huzura kavuştuk, oğlan işe başladı derken gidilecek zaman
mıydı?” dedi içinden. İçinden konuşuyordu çünkü ortancayı üzmek istemiyordu.
Onlara yarın gideceği amelelik işinden söz etmeli miydi bilmiyordu. En iyisi
yarın işten dönünce anlatmaktı, haline bir çiçeğin bile üzülmesini istemiyordu.
Çiçekler anlar, hisseder, siz anlatsanız da anlatmasanız da. Bir çiçeğin yerini
beğenmemesi bundandır. Yaşadıklarınızı onunla paylaşmıyorsunuz diye size
küsmüştür, hepsi bu. Kolay affederler, onların da zaafı bu.
Patatesler
olmuştur artık diyerek yemeğini hazırladı. Yemeğin ardından aynı sandalyede
oturmaya, yer yer çiçekleriyle sohbet etmeye ve uzun uzun sessiz alacakaranlık
sokağını izlemeye devam etti. Bir süre sonra sabah erken kalkacağını düşünerek
uyumaya gitti. İçinde kimseye anlatamadığı sıkıntılar, uyumasına bir türlü izin
vermiyordu.
*
Çocuklar alet edevatı arabaya yüklüyorlardı. Ersan
saatine baktı, “Hilmi Hoca, madem gelmeyecektin ne diye o kadar tantana yaptın
dün” diye söylendi. Bu saatte kimseyi bulamayız, bir evine uğrayalım belki
kalkamamıştır, yoksa iş baya uzayacak, çıkmamız akşam 10’u bulur dedi
yanındakilere. Hilmi Hoca’nın ziline
uzun bastı Ersan. Açan olmadı.
Sardunya duydu, ortanca duydu, fesleğen duydu zili,
Hilmi Bey duyamadı.
Ne o sabah ne başka bir sabah bir daha uyanamadı
Hilmi Bey. Bey dediğimize bakmayın, öylesine bir adamdı Hilmi, hakkında ne bir
şiir ne bir öykü yazılacak.
...........................................
Nisyan Dergisi Sayı 11 (Aralık2015 -Ocak2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder