23 Kasım 2017 Perşembe

Marteniçka



İnsanlar, sınıf damgalarını taşırlar avuçlarının içinde. Tam olarak böyle diyordu, Nazım Hikmet. Avuçlarından kayıp giden kırmızı, beyaz ipler ile örülmüş bilekliği masanın üzerine bıraktı. Marteniçka... Marteniçka, satın alınmaz, kendin için yapılmaz. Ancak birisi tarafından hediye edilir ve yılın ilk leyleği görüldüğünde, bilekten çıkarılır. Bir ağacın, çiçek açan dallarına umut ile bağlanır. Balkanlarda eski bir gelenekmiş bu, ben yeni öğrendim. Ancak en son kaç yaşımdayken leylek gördüğümü hatırlamıyorum bile. Mustafa da hatırlamıyor.

Hayatında aldığı en güzel hediyeyi, öylesine, sırf bahar geldi diye bir dala bağlayıp gidemezdi. Marteniçkayı aldığı günden bu yana, yedi ay geçmişti. Çiçek açan ağaçlar yine yaprak döküyor, kışa hazırlanıyordu.  Doğa her seferinde, her mevsime her koşula hazırlığını tam yapıyor ancak, Mustafa, hiç bir şeye hiç bir zaman hazır olamıyordu. Masanın üzerinde duran marteniçkaya bakıyor, kapının çalmasını, eşikten Elif'in girmesini bekliyordu. Sokaktan bir kaç kişinin gürültüsü geldi. Kapı açıldı. Elif gelmeyecek, bunu en az benim kadar siz de biliyorsunuz. Bundan sonra bu öykünün anlatıcısı olarak tek bir söz söylemeyeceğim.

-Dondum be!

-Şunları dolaba koyayım. Hava da buz gibi, nasıl çişim geldi, su döküp geliyorum.

- Lan! Mustafa! Sen geleli, en az bir saat oldu. Daha sobayı yakmamışsın.

- Denedim abi de yakamadım.

-Tamam ben hallederim şimdi. Dükkandan çıkarken biraz kötüydün. Şimdi iyi misin?

- İyiyim, iyiyim. Bir sıkıntı yok.

- Tekelin orada polisler dolaşıyordu. İçkileri çantaya atarken görmedim ibneyi.  Göt herif sıcak bira vermiş. Biraları dolaba koydum. Şarabı da açmamış. Tirbuşon var mı evde?

- Yok. Mantarı içine kaktırırız.

- Olur, sen şarabı aç. Kamil de sobayı yaksın. Ben de şu pikap çalışıyor mu bir bakayım.

-Mustafa, burada çıra var görmedin mi lan? Cehennemde Allah böyle ateş yakamaz. Birazdan hepiniz kendinize gelirsiniz.  Onur nerede kaldı?

-Ateşi Allah yakmıyor, zebanilerine yaktırıyor.

- Orada Allah patronsa, burada da Allah benim. Var mı itirazı olan?

-Yok Kamil yok. Pardon patron. Hah! Şarap açıldı. Haydi, paydosa kaldırın kadehleri.

-Kadehe bak, plastik bardak amına koyayım.

-Neyse ne amına koyayım.

-Ben ikinizin de amına koyayım.

- Nasıl rahatladım küfür edince, dükkanda müşterilerin yanında sinirimi boşaltamıyorum anasını sattığımının. Nazik olacağım diye götüm çatlıyor. Meymenetsiz karılar. Sanırsın İngiliz kraliyet ailesinin kızları Bugün gelenleri hatırlıyorsunuz di mi? Tutturdu kredi kartıyla ödeyeceğim diye. Post cihazı arızalandı diyorum. Sonra ödersiniz diyorum. Burnundan kıl aldırmıyor lale. Borçlu kalamazmış. Ne yapacağım götümün arasından mı geçireceğim kartı.

- Sen dükkanda da Allah değil misin? Gönderseydin zebanilerin yanına.

-Sanki bilmiyorsun, ne kazandığımızı? Çok mu meraklıyım sanki o kasanın başında durmaya. Hepinizden önce ben açıyorum dükkanı. Belki sizin götünüzde pireler uçuyor o saatte.

-Açma, o saatte müşteri mi geliyor sanki?

-Yerleri süpüren, camı silen Allah mı olur?

-Valla, hekesin bildiği Allah'tan daha güzel olacağı kesin.

-Bu, Lenin fıkrası gibi. Hani Lenin ölüyor, cehenneme gidiyor da herkesi örgütlüyor. 
Allah da en sonunda Allah yok hepimiz kardeşiz diyor onun gibi oldu be Kamil.

-He biliyorum o fıkrayı. Sonra da Ortaçgil, Lenin'le oynar mısın diye şarkı yapmıştı. Ateş olsam filan diyor ya şarkıda, o hep cehennem ateşi işte. Ama sonra o yıllarda RTÜK'e takılmış olacak ki, Lenin kısmını Benimle oynar mısın diye değiştirmişti. Çok güzel şarkı be.

-Şarap iyice etkisini göstermeye başladı galiba. Yapacağınız geyiği sikeyim. Mustafa sen anlatsana bugün ne oldu? Niye bugün dükkandan çıkarken kötü oldun?

-Kapı çalıyor. Git, Onur'a kapıyı aç. Öyle başlayayım.

-Onur, hoş geldin kardeşim. Yalnız tam zamanında geldin, kaynanan seni seviyormuş diyeceğim de şarap ve biradan başka nevale yok. Hepimize yeter ama. Mustafa da hikayeye başlıyordu.

-Elif mi?

-Onur, sen hikayenin büyük çoğunu biliyorsun ama bir kez daha söv bana. Ne olur. Dibi göreyim. Yeter diyeyim artık.

-Oğlum, rahat ol sen. Biz arkadaş değil miyiz? Sen derdini paylaşmazsan, nasıl rahatlayacaksın. Paylaş ki azalsın acın.

-Eyvallah Onur.  Cihan sen de soğuduysa biraları getirsene. Siz şaraptan devam edin. Canım bira istiyor benim. Her neyse abiler, başlıyorum. Şimdi ilk ne diyeceğimi de bilemiyorum ya olsun.  Elif benim sevdiğim ilk kadın mı? Son kadın mı olacak? Hayır abi, biliyorum. O yüzden bana sonrasında nasihat vermeye filan kalkmayın. Karşımda benden bir Mustafa daha olsa, yani Elif'e aşık olmayan Mustafa olsa, o en akılcı, en mantıklı sözleri söyler, sırtıma vurur en doğru yolu gösterirdi. Biliyorum.
Hep benzer yanlışları yapıyorum. Hatalardan ders çıkarmak mı? Yok abi. Aklımı peynir ekmek ile yemedim ben. O zaman aşk olmaz. Peki ne o büyük...

-Vay be! Aşkın son neferine bak sen!

-Dur sözümü bölme Cihan. Ne diyordum. Ne o büyük hata? Hayalini kurduğum bir kadın oluyor kafamda. Mesela, denize kıyısı olan bir memlekette, rakı içeceğiz diyorum. Sonra birden, bir şarkı söylemeye başlayacak. Ezginin Günlüğü'nün ilk albümlerinden bir şarkı söylesin mesela. Gözlerimi kapatayım yalnızca onun sesini dinleyeyim istiyorum. Sesinin güzel olmasına da gerek yok. Ritmi kaçırsın, sözlerini unutsun şarkının. O kadar rakı içmişiz, bu kadar da olsun yani. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü... Ama ben artık böyle hayaller de kurmak istemiyorum. Sadece yaşayalım istiyorum. Büyük hayallerin, büyük hayal kırıklıkları oluyor çünkü. Bu kez bu hatayı yapmayacağım dedim. Hayal filan kurmayacağım. Tanıştığımızda kızın babası yeni ölmüştü abi. O acıyı biliyorum. Benim babam sekiz sene önce öldü. Trenin içinde öldü. Al, şu eldiven babamındı. 
Demiryollarının her yıl verdiği giysi istihkakından. Ev eldiven , atkı, bere dolu. Elif'le tanıştıktan sonra geçen her lokomotife el sallamayı bıraktım ben abi. Beraber hayal kurmak istemedim. Acıyı paylaşmak istedim. Sekiz senedir trene binemiyorum ben. Elif'i çocuğum gibi sevdim. Trene binelim, İzmir'e gidelim, rakı içelim istedim. Yani yine aynı hatayı, onun içinde olduğu hayaller kurmaya başladım.

Bir gün deli gibi sarhoş olmuş, bana geldi. Ben yanlış bir şey yapmadım dedi. Canım yanıyor, yanında uyumak istiyorum dedi. Gece boyunca gözümü kırpmadım. Uyanır diye saçını bile okşamadım abi. Oturdum karşına dizüstü, seyettim yüzünü.* Sonra, acısı hafifledikçe, hayatı normale dönmeye başladıkça aramamaya başladı. Ben de bir aradım, iki aradım sonra vazgeçtim. Zaten zor bir dönemden geçiyordu, babası yeni ölmüştü, bir de üzerine sınava çalışması gerekiyordu. Sınavına çalışsın, her şeyi toparlasın dedim. Sonra olacağı varsa olur zaten. Sınavdan bir gün önce mesaj attım. Ona ne olursa olsun gülüşün eksilmesin, sınavında başarılar diliyorum filan dedim.  Hiç bir şey demedi. Acını paylaşmaktan, onu sevmekten başka ne yaptım?

Neyse abi çok da lafı uzatmak istemiyorum. Annem işe yaramaz bir adam olarak bahsediyor benden konu komşuya. Yok okul bitmiş de, doğru düzgün bir işe girememişim. Senin yanında garson olmak için mi okumuşum falan filan bir sürü zırva. Babam bu günleri görse bir daha ölürmüş. Annem, babam öldüğünde ağlamadı bile abi. Şimdi ne olacak dedi. Kendini düşündü. Şimdi ne olacak? Zaten, hiç birimiz birisi öldüğü zaman, o öldüğü  için üzülmüyoruz. Onun gerçekleştiremediği hayalleri için, onun yaşantısı için üzülmüyoruz. Kendimizi düşünüyoruz sadece. Babam bana bir daha sarılamayacak. babam olduğu için değil belki, bana sarılamayacağı için üzülüyorum, ağlıyorum. Anlatabiliyorum değil mi? Biz de bıraktığı boşluk canımızı yakıyor. Bu boşluğu dolduramayacağımızı bildiğimiz için üzülüyoruz.

-Mustafa, hayır. O kadar bomba patlıyor bu ülkede, savaş var yanı başımızda.  Bu senin canını yakmıyor mu? Tanımadığın insanlar için üzülmüyor musun?

-Abi hayır, anlamıyorsun sen beni. Onu da unutuyoruz abi. Alışıyoruz ölümlere, bu ülkede yaşamaya. İnsan kalan yanlarımız kinleniyor, nefret kusuyor belki ama ateş düştüğü yeri yakıyor. Ölenlerin yakınlarından daha büyük bir acı yaşadığını söyleme bana.

-Eyvallah, doğru söylüyorsun.

-Bir gün annemin bu sözleri canıma tak etti. Soluğu askerlik şubesinde aldım. Tecili bozdurdum. Annemin karşısına geçtim. Anne, ben askere gidiyorum. Sonra da istediğin gibi bir iş bulur çalışırım dedim.  İki ay sonra askerim ben. Nereye gideceğim belli değil. Bugün, çalışırken Elif mesaj atmış. Ne yapıyorsun, görüşemedik diyor. İki ay sonra askerim lan ben. Sıçayım yani böyle işe. Bu zamana kadar neredeydin? Şu bilekliği niye bana verdin? Canın sıkıldığında, yalnız kaldığında ararım Mustafa'yı, Mustafa beni bekliyodur nasıl olsa  gelir mi diyorsun? Anlıyor musun Cihan? Kamil? Onur?

-Anlıyorum, anlıyorum da anlamadığım şey şu. Şimdi sen bu kıza, sırf onun da babası ölmüş diye mi aşık oldun?

-Bilmiyorum abi, bunun matematiği olur mu? Mor renkte bi kol saati de vardı onu ilk gördüğüm gün, bileğine altın bilezik gibi yakışmıştı. Böyle desem ne değişecek? Şu bileklik var ya, kendi eliyle yapmış. Bana uyumaya geldiği gün vermişti. O gün aşık olduğumu fark ettim. Hayatımda ilk kez birisi babamdan sonra bana değer veriyordu. Benim için emek harcıyordu. Ne bileyim, hoşuma gitti. Aşk sandım. Ama sonra niye aramadı, ne yaşadı bilmiyorum. Kızıyorum. Öte taraftan kızamıyorum da. Yani iki ucu da bombok bu değneğin. Yarın arayacağım, ben askere gitmeden bir gün oturalım rakı içelim diyeceğim.

-Arama Mustafa. Boşver. Sonrasında seni beklemesini de isteyeceksin. Beklemeyecek. O kadar zaman geçtikten sonra, sanki ondan uzaklaşan senmişsin gibi mesaj atması da çok salakça geliyor bana. Kusuruma bakma acı konuşacağım. İlaçsız bir kele benzediğimin fakındayım. Ama bunca zaman, bunca emek... Yok Mustafa bu böyle bir şey değil. Kendini paraladığına değmiyor, en sonunda bunu sen de görüyorsun. Babası ölmüşse ölmüş, ne yapalım. Allah rahmet eylesin. Şöyle olsaydı, böyle olurdu. Bunu desem, şunu derdi geç bunları. İçinde hiç bir şey kalmasın. Ne yapmak istiyorsan onu yap tabi hiç bir şey diyemem. Ama bekleme. İşleri bu kadar zora sokmak, farklı bahanelere sarılmak bana saçma ve çocukça geliyor. Seviyorsan, seviyorsundur. Seviyorsa, seviyordur. Aması, fakatı, hiç bir bahanesi yok. Beklemeye, doğru zamana, doğru yere ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hayat öyle filmlerde, yazılan öykülerdeki gibi değil. Sait Faik, Büyük Hulyalar Kuralım diyordu ne oldu? Her zaman aşıktı, ama Yorgiya'ya değil aşkın kendisine. Sen de öylesin, biliyorum. Bu yüzden boşver canım kardeşim. Beraber içecek daha çok şarabımız, biramız var. 

-Bilmiyorum, belki haklısın. Peki şu marteniçkayı ne yapacağım?

-At sobaya gitsin.



 (*) Nazım Hikmet'in, Kar Kesti Yolu adlı şiirinden.

Kasım 2017
Deniz Perhan


22 Mayıs 2017 Pazartesi

Sardunya

Hikaye okumak ile pazardan domates, biber, patlıcan almak arasında büyük benzerlikler var. İkisinde de yeni insanlar tanırsınız. Hatta pazar alış verişi, hikaye okumaya bir kaç gömlek fazla gelir diyebilirim. Elbette o ismi tenzih ederim.

Pazar arabalarını ve çıkardığı sesi hiç sevmediğimi daha önce söylemiş olmam lazım. Bu sebeple eski bir sırt çantası kullanırım. Bahar yalnızca güzel bir kadın ismi değil, çarşıya pazara bereket getirendir. Yaz meyvelerinin fiyatları hala biraz pahalı olsa da pazar çantanızı benim gibi doldurabilir hatta bir kilo da erik  alabilirsiniz. Eriği hemen çantanıza koymazsınız, pazarı dolaşırken bir iki tane diye başlayıp yarım kiloyu afiyetle götürürsünüz. Ağızdaki eriğin sesi, bir pazarcının söyleydiği türküye karışabilir. Varsayalım ki pazarcının ismi, Orhan olsun.  Otuz beşinde var yok, Orhan Ağam. Karısı, anası ve üç çocuğuyla beraber, Seyitgazi'de otururlar. Evine ekmek götüren adamdan daha büyük kahraman mı olur? İlçenin ismine yakışır bir adamdır Orhan.  Aşkı tatmış, sesi yanıktır.

"Sen benden geçtin amma, ben senden geçemiyom" Bu türküyü karısına mı yoksa mazide kalan bir kadına mı söyler, bilemiyorum. Ama bana sorarsanız en iyi ihtimal önündeki karnıbaharlara dert yandığıdır.  Orhan'ı türküsü ve karnıbaharları ile baş başa bırakıp yoluma devam ediyorum.
Bahar geldi gelmesine ama penceremin önü hala bomboş. Fesleğen alacağım bir de ihmalkarlığa en az benim kadar dayanabilecek bir çiçek. Vardır böyle inatçı çiçekler, onları öldürmek ayrı bir çaba ister.

-Şunun adı ne?
-Çuha
Peki ya şu?
-Mine.
-Çok güzel görünüyorlar. Bunu alayım ben.         
                   
 Bir gece ansızın mor çiçeklerle kapılara dayanacak olursam, hazırlıklı olmalıyım diyorum kendime.  İnatçı çiçekler varlar var olmasına da böyle kapılar kaldı mı bu şehirde? Şarkısız, şiirsiz yaşamayı başaramayacak mıyım?

-Ne yaptı?
- 4 lira.

"Teşekkür ederim Orhan" diyorum.  Adamın yüzünde adımı nerden biliyor bu herif der gibi bir ifade oluşuyor. Hikayeyi ben yazıyorum da ondan diyemiyorum tabi. Tam o sırada, tanıdığım bir ses merhaba diyor. Günlerdir bu merhabayı bekliyorum. Başımı çeviriyorum. Boynunda mavi bir fular var. Fular takıp pazara gelmiş. Yoksa saklamak istediği bir yarası mı var? Yok canım, kim onun canını acıtabilir? Papucumu bana ters giydirmiyor mu? Ona yakışır hep böyle mavi fularlar. Onun sesini duyduğum zaman donup kalacak ya da elimdeki erik poşetini yere düşürecek kadar aşık değilim henüz. Hem erikler yerde yuvarlanacak filmlerdeki gibi romantizme boyanmış görüntüler oluşacak. Sahi, sevda hangi renktir? Daha çok kara. Şimdi bana kızmayın, ya seviyorsundur ya  sevmiyorsundur, bu işin ortası mı olur demeyin.  Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer derim size. Gün gelir yoğurt da can yakabilir, ekşiyebilir tadı. Ama orası ayrı bir mesele. O an zamanı durdurabilsem, kendi kendime neler anlatacağım daha. Ancak henüz zamanı durdurabilecek güce sahip değilim. Merhabayı karşılayamadan ben, hemen anlatmaya başlıyor. 

-Bir kaç gün önce aramışsın. Özür dilerim açamadım. Çalışmaya başladım. Eve ancak 3'te 4'te gelebiliyorum. Henüz kitabı bitiremedim, ama bak, çantamda.

Çantasındaki "Havada Bulut"u gösteriyor. Kovada bulut... Havada bulut... Çantada umut... Bir tanısan, Yorgiya'yı, köpekli adamı, Ahmet'i, 1 Nisan'da konuşulan erik ağacını, okumakta bu kadar geç kaldığın için küfredeceksin.

-Okursun bir ara, ne olacak. İş arıyordun, buldun demek. Ayda 800 lira...
-Evet öyle bir şeye tekabül ediyor.
-Çok yoruluyor musun? Nerede çalışıyorsun?
-Fena yoruluyorum. Neyzen meyhanesinde. Gelsene, beklerim bir gün.
-Gelmem. Sohbet edemeyiz. En iyisi, ben bekleyeyim bir gün.
-Sen bilirsin.
-"Çok beklersin" ile aynı şey mi bu?
-Olur mu öyle şey? Tabiki değil.
-Şükürler olsun. Erik ister misin?
-Olur. İşe geç kalacağım yalnız ben. Şu aldıklarımı eve bırakıp çıkmam lazım hemen.
-Tamam, tutmayayım seni. Görüşürüz.

O an beklemediğim bir şey oldu. Onca insanın arasında sarıldı bana. İnsanlar sarılırken yanaklarını birbirlerine değdirirler, öpmezler birbirlerini. Hızlı karar vermem gerekti. Sol yanağım onun tenine değdi. "Kanadım mı değdi sevdaya?" Şimdi sıra diğerindeydi. Öpmeliyim diyordu içimdeki ses, yoksa bir daha nereden fırsat bulacaktım. Yanağından öpecekken yanlışlıkla kulağından öptüm. Utandım. Ama insani bir şey değil miydi bu? İnsan sevdiğinin kulağını öpemez mi?

İşe geç kalmış olacak ki, ağzımda küpesinin soğuk tadını bırakarak yanımdan ayrıldı. Her gün pazar olsa da her gün karşılaşsak dedim. Duymadı. Belki, sonradan ağzıma attığım eriğin sesi yüzünden beni duymadı. Belki de konuşurken ağzımı hiç oynatmadığım için duyamadı. Fakat az önce buradaydı değil mi? Orhan! Orhan, sen gördün değil mi?

Eve geldiğimde hala karşılaşmamızı düşünüyordum. Telefonumun çalmasıyla hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığım düşten uyanıverdim. Yahu dün anneler günüydü, arayacaktım, beklemiştir kadın. Özür dileyerek telefonu açtım. Oğlum, senin sesini duyuyorum ya daha güzel hediye var mı bana diyince annem,  rahatladım. Kaç ay oldu gitmiyorum memlekete. Bir hafta sonu iki günlüğüne de olsa boşluk yaratıp gitsem iyi olacak. Anneme, aldığım çiçeklerden bahsettim. Sardunya da al dedi. Bakması kolaydır, çabuk büyür, dayanıklıdır. Sen ihmal etsen, çiçek açtığı zaman güzelliği kendini hatırlatır. Biraz solmuşsa yerini değiştirirsin, toprağı kuruysa suyunu verirsin. Tabi ya... Sardunya... Nasıl aklıma gelmez, hem şarkısı da var. Hem sardunyadan daha devrimci bir çiçek de bulamam ki. Her çıktığı yerden budanan ayrık otu mu? Ama söz, benim çiçeklerin toprağından filizlenirse söküp atmayacağım. Kardeşçe yaşasınlar.

Şimdi yeniden dışarı çıkıyorum. Pazar toplanmadan, sardunya almaya gidiyorum. Eve gelir gelmez üçünü de geniş saksılara ekeceğim.



Mayıs 2017



22 Nisan 2017 Cumartesi

Kahvaltı

-Hayat sence de garip değil mi? Mesela kuşlar... Her gün sabah ezanı okunduktan sonra biraz bekliyorlar. Günün aydınlanmasıyla beraber birbirleriyle haberleşmiş gibi ötmeye başlıyorlar. Bu bir saat kadar sürüyor. Ne konuşuyorlar acaba? Ne anlatıyorlar birbirlerine? Biz birbirimizi anlamazken onlar anlaşabiliyorlar mı?

 -Çayı demledin mi?

-Birazdan demini alır. Bu durumdan gocunan yalnızlık çeken bir kuş var mıdır acaba? Söylesene. Sokakta günün ilk insanı -dükkanını açan esnaf, işe giden memur- yürümeye başladığı zaman, sesleri azalıyor. Daha sonra istesen de öten bir kuş göremiyorsun. İnatçı bir kuş olsa dahi şehrin gürültüsünden o kuşu duyamıyorsun. Gerçi ortada bir sorun varsa bu ne şehirde ne de başka bir yerde. Bizzat insanın kendisinde… Eğer dinleyeceksen anlatacağım bak.

-Olur, içinde kalmasın. Ama önce mavi puantiyeli fularımı gördün mü?

-Yok, görmedim. Dinle, bak. Bizimkiler emekli olduktan sonra biliyorsun, Bayındır’ın bir dağ köyünde küçük bir ev satın aldılar. Bir dönüm kadar da bahçesi var. Bahçede de bir kaç meyve ağacı. Erik, dut, ceviz, elma, kiraz… Ben en çok ağaçtan erik yemesini severim, sonra da kiraz. Yazın bizimkilerin yanına gidiyorum. İnsandan uzakta, sessiz, sakin geçiyor günler. İzmir’in bunaltıcı havasından ve her şeyi bilen insanından uzak. Burayı ve buradaki insanları çok seviyorum. Sevil Teyzeyi ve kedilerini, kesik kulağı -ki kendisi harika bir köpek bana sorarsan (sormazsın ya)-, Necdet Abiyi ve onun radyosunu. Bolca kitap okuyorum burada. Sait Faik’ten, Vüs'at O. –Bener’den öyküler okuyorum.

 Yine öyle bir yaz günü, annem, meyve, sebze alınmasını istemişti.. Bizim köy biraz yukarda olduğu için meyve sebze baya geç olgunlaşır burada. Papaz eriği bile en erken haziran ortasında yiyebilirsin. Köy meydanında, köy dışından gelen satıcılar olur. Yani her gün üç dört tezgahlı küçük bir pazar vardır demek istiyorum. Babam ile beraber annemin verdiği bu vazifeyle evden çıktık. Ancak yolumuzdan biraz şaştık. Biraz yürüdük, nalbur dükkanının önünde, iki tahta iskemlede Hakan Abi’yle oturduk. Hakan Abi, çocukken çiçek hastalığına yakalanmış; belden aşağısı felçli. Köy yerinden çıkıp üniversiteyi de bitirmiş. Ancak kader onu, Kavakalanı Köyü’nde babasının nalbur dükkanın başına geçirmiş. Hakan Abi sağ olsun, çay söyledi; babamın yanında sigara içiyorum artık. Kızıyor da bir şey diyemiyor. Hakan Abi de içiyor. Ancak bu hikayenin kahramanı Hakan Abi değil.

Babam birkaç yılda buralıdan daha çok buralı olmuş. Gelen geçene selam veriyor, selam alıyor. Uzaktan bisikletle geçen tombul çocuğa, “baban fırında mı? Geleceğim birazdan” diyor. Hakan Abi’nin dükkan, köy kahvesine rakip. Seninle bir gün o kahvede çay içmeliyiz, ömründe böyle güzel çay görmemişsindir.

Her neyse, sözü daha fazla uzatmayayım. İsminin daha sonradan Nevzat olduğunu öğreneceğim yetmiş yaşından geçen ay gün almış bir amca ile muhabbet ediyoruz. Hakan’a boya sormaya gelmiş. Yaz sonunda tadilat varmış evinde. Nevzat Satın, nasıl yakışıklı görmen lazım. Burada doğmuş, büyümüş ama ecnebiler gibi kendisini takdim ederken isminin yanında soyadını da söylemeyi ihmal etmiyor. Hem bu hareketiyle hem de saçı, sakalına karışmış bu pejmürde haliyle, Nevzat Satın, en yakışıklı film artistinden daha karizmatik geliyor gözüme. Sanıyorum ki burada gözlerinin çakır olduğunu söylememe gerek bile yok.

Yaban domuzları, köylülerin tarlasına girip ekinleri telef ediyormuş. Burada, bahçe aralarında dolaştığın zaman tarlaların domuza karşı hendeklerle çevrili olduğunu ve onlar için kurulmuş tuzakları görebilirsin. Buraya ilk geldiğim zaman bu silah sesi de ne demiştim, her gün her gece silah mı sıkılır? Meğer, bu ses de yine domuza karşı alınmış bir önlemmiş. Köylü, dün hep beraber domuz avına çıkmış. İki tane de vurmuşlar. Birini de Nevzat Amca indirmiş yere. Merak ettim sordum, “ölen hayvanı ne yapıyorsunuz? Orada bırakıyor musunuz?” dedim. “Köpekler filan yiyordur herhalde.” Gelen cevap, Daha yeni tanıştığım Nevzat Amcanın şahsında tüm köylüye ve insanlığa olan inancımı bir kez daha sorgulamama sebep oldu. “Aşağı köyde, bir alevi baytar var” dedi. “Köpeğe kalmadan alıyor, vurduğumuz yerden.  Onların köyü alevi köyüdür.” “Eee? Ne yapıyor yani ölü domuzu?” Dedim. “Ne yapacak yiyorlar.”

Yok canım olur mu, onlar da senin gibi Müslüman, aynı peygambere inanıyorsunuz dememe gerek yoktu. Nasıl bir inanç bu insanları birbirine böylesine düşman ediyor anlamıyorum. Mesele domuz eti yenmesi değil, Nevzat Amca’nın, onları domuz yerine koyması, anlatabiliyorum değil mi?

Seni bu dünyanın riyakarlığına karşı, insan olan ne varsa ona daha çok sahip çıkmak için seni daha çok sevmeliyim sevgilim. Bu arada merak edersen, sonrasında karpuz alıp eve gittik. Domates, biber kalmamış. Bu arada, sana bir güzel haberim var. Çay demlendi, kahvaltımız hazır.

-İşe geç kaldım, yolda bir şeyler atıştırırım artık. Seni seviyorum.
Kapı kapandı, Köylü Nevzat’ın yanıtı gibi bir boşluk oturdu yüreğime.



Temmuz 2016