İnsanlar, sınıf damgalarını taşırlar
avuçlarının içinde. Tam olarak böyle diyordu, Nazım Hikmet. Avuçlarından kayıp
giden kırmızı, beyaz ipler ile örülmüş bilekliği masanın üzerine bıraktı.
Marteniçka... Marteniçka, satın alınmaz, kendin için yapılmaz. Ancak birisi
tarafından hediye edilir ve yılın ilk leyleği görüldüğünde, bilekten çıkarılır.
Bir ağacın, çiçek açan dallarına umut ile bağlanır. Balkanlarda eski bir
gelenekmiş bu, ben yeni öğrendim. Ancak en son kaç yaşımdayken leylek gördüğümü
hatırlamıyorum bile. Mustafa da hatırlamıyor.
Hayatında aldığı en güzel hediyeyi,
öylesine, sırf bahar geldi diye bir dala bağlayıp gidemezdi. Marteniçkayı
aldığı günden bu yana, yedi ay geçmişti. Çiçek açan ağaçlar yine yaprak
döküyor, kışa hazırlanıyordu. Doğa her
seferinde, her mevsime her koşula hazırlığını tam yapıyor ancak, Mustafa, hiç
bir şeye hiç bir zaman hazır olamıyordu. Masanın üzerinde duran marteniçkaya
bakıyor, kapının çalmasını, eşikten Elif'in girmesini bekliyordu. Sokaktan bir
kaç kişinin gürültüsü geldi. Kapı açıldı. Elif gelmeyecek, bunu en az benim
kadar siz de biliyorsunuz. Bundan sonra bu öykünün anlatıcısı olarak tek bir
söz söylemeyeceğim.
-Dondum be!
-Şunları dolaba koyayım. Hava da buz
gibi, nasıl çişim geldi, su döküp geliyorum.
- Lan! Mustafa! Sen geleli, en az bir
saat oldu. Daha sobayı yakmamışsın.
- Denedim abi de yakamadım.
-Tamam ben hallederim şimdi. Dükkandan çıkarken biraz kötüydün. Şimdi iyi misin?
- İyiyim, iyiyim. Bir sıkıntı yok.
- Tekelin orada polisler dolaşıyordu. İçkileri çantaya atarken görmedim ibneyi. Göt herif sıcak bira vermiş. Biraları dolaba koydum. Şarabı da açmamış. Tirbuşon var mı evde?
- Yok. Mantarı içine kaktırırız.
- Olur, sen şarabı aç. Kamil de sobayı yaksın. Ben de şu pikap çalışıyor mu bir bakayım.
-Mustafa, burada çıra var görmedin mi lan? Cehennemde Allah böyle ateş yakamaz. Birazdan hepiniz kendinize gelirsiniz. Onur nerede kaldı?
-Ateşi Allah yakmıyor, zebanilerine yaktırıyor.
- Orada Allah patronsa, burada da Allah benim. Var mı itirazı olan?
-Yok Kamil yok. Pardon patron. Hah! Şarap açıldı. Haydi, paydosa kaldırın kadehleri.
-Kadehe bak, plastik bardak amına koyayım.
-Neyse ne amına koyayım.
-Ben ikinizin de amına koyayım.
- Nasıl rahatladım küfür edince, dükkanda müşterilerin yanında sinirimi boşaltamıyorum anasını sattığımının. Nazik olacağım diye götüm çatlıyor. Meymenetsiz karılar. Sanırsın İngiliz kraliyet ailesinin kızları Bugün gelenleri hatırlıyorsunuz di mi? Tutturdu kredi kartıyla ödeyeceğim diye. Post cihazı arızalandı diyorum. Sonra ödersiniz diyorum. Burnundan kıl aldırmıyor lale. Borçlu kalamazmış. Ne yapacağım götümün arasından mı geçireceğim kartı.
- Sen dükkanda da Allah değil misin? Gönderseydin zebanilerin yanına.
-Sanki bilmiyorsun, ne kazandığımızı? Çok mu meraklıyım sanki o kasanın başında durmaya. Hepinizden önce ben açıyorum dükkanı. Belki sizin götünüzde pireler uçuyor o saatte.
-Açma, o saatte müşteri mi geliyor sanki?
-Yerleri süpüren, camı silen Allah mı olur?
-Valla, hekesin bildiği Allah'tan daha güzel olacağı kesin.
-Bu, Lenin fıkrası gibi. Hani Lenin ölüyor, cehenneme gidiyor da herkesi örgütlüyor.
Allah da en sonunda Allah yok hepimiz kardeşiz diyor onun gibi oldu be Kamil.
-He biliyorum o fıkrayı. Sonra da Ortaçgil, Lenin'le oynar mısın diye şarkı yapmıştı. Ateş olsam filan diyor ya şarkıda, o hep cehennem ateşi işte. Ama sonra o yıllarda RTÜK'e takılmış olacak ki, Lenin kısmını Benimle oynar mısın diye değiştirmişti. Çok güzel şarkı be.
-Şarap iyice etkisini göstermeye başladı galiba. Yapacağınız geyiği sikeyim. Mustafa sen anlatsana bugün ne oldu? Niye bugün dükkandan çıkarken kötü oldun?
-Kapı çalıyor. Git, Onur'a kapıyı aç. Öyle başlayayım.
-Onur, hoş geldin kardeşim. Yalnız tam zamanında geldin, kaynanan seni seviyormuş diyeceğim de şarap ve biradan başka nevale yok. Hepimize yeter ama. Mustafa da hikayeye başlıyordu.
-Elif mi?
-Onur, sen hikayenin büyük çoğunu biliyorsun ama bir kez daha söv bana. Ne olur. Dibi göreyim. Yeter diyeyim artık.
-Oğlum, rahat ol sen. Biz arkadaş değil miyiz? Sen derdini paylaşmazsan, nasıl rahatlayacaksın. Paylaş ki azalsın acın.
-Eyvallah Onur. Cihan sen de soğuduysa biraları getirsene. Siz şaraptan devam edin. Canım bira istiyor benim. Her neyse abiler, başlıyorum. Şimdi ilk ne diyeceğimi de bilemiyorum ya olsun. Elif benim sevdiğim ilk kadın mı? Son kadın mı olacak? Hayır abi, biliyorum. O yüzden bana sonrasında nasihat vermeye filan kalkmayın. Karşımda benden bir Mustafa daha olsa, yani Elif'e aşık olmayan Mustafa olsa, o en akılcı, en mantıklı sözleri söyler, sırtıma vurur en doğru yolu gösterirdi. Biliyorum.
Hep benzer yanlışları yapıyorum.
Hatalardan ders çıkarmak mı? Yok abi. Aklımı peynir ekmek ile yemedim ben. O
zaman aşk olmaz. Peki ne o büyük...
-Vay be! Aşkın son neferine bak sen!
-Dur sözümü bölme Cihan. Ne diyordum. Ne o büyük hata? Hayalini kurduğum bir kadın oluyor kafamda. Mesela, denize kıyısı olan bir memlekette, rakı içeceğiz diyorum. Sonra birden, bir şarkı söylemeye başlayacak. Ezginin Günlüğü'nün ilk albümlerinden bir şarkı söylesin mesela. Gözlerimi kapatayım yalnızca onun sesini dinleyeyim istiyorum. Sesinin güzel olmasına da gerek yok. Ritmi kaçırsın, sözlerini unutsun şarkının. O kadar rakı içmişiz, bu kadar da olsun yani. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü... Ama ben artık böyle hayaller de kurmak istemiyorum. Sadece yaşayalım istiyorum. Büyük hayallerin, büyük hayal kırıklıkları oluyor çünkü. Bu kez bu hatayı yapmayacağım dedim. Hayal filan kurmayacağım. Tanıştığımızda kızın babası yeni ölmüştü abi. O acıyı biliyorum. Benim babam sekiz sene önce öldü. Trenin içinde öldü. Al, şu eldiven babamındı.
Demiryollarının her yıl verdiği giysi istihkakından. Ev eldiven , atkı, bere dolu. Elif'le tanıştıktan sonra geçen her lokomotife el sallamayı bıraktım ben abi. Beraber hayal kurmak istemedim. Acıyı paylaşmak istedim. Sekiz senedir trene binemiyorum ben. Elif'i çocuğum gibi sevdim. Trene binelim, İzmir'e gidelim, rakı içelim istedim. Yani yine aynı hatayı, onun içinde olduğu hayaller kurmaya başladım.
Bir gün deli gibi sarhoş olmuş, bana geldi. Ben yanlış bir şey yapmadım dedi. Canım yanıyor, yanında uyumak istiyorum dedi. Gece boyunca gözümü kırpmadım. Uyanır diye saçını bile okşamadım abi. Oturdum karşına dizüstü, seyettim yüzünü.* Sonra, acısı hafifledikçe, hayatı normale dönmeye başladıkça aramamaya başladı. Ben de bir aradım, iki aradım sonra vazgeçtim. Zaten zor bir dönemden geçiyordu, babası yeni ölmüştü, bir de üzerine sınava çalışması gerekiyordu. Sınavına çalışsın, her şeyi toparlasın dedim. Sonra olacağı varsa olur zaten. Sınavdan bir gün önce mesaj attım. Ona ne olursa olsun gülüşün eksilmesin, sınavında başarılar diliyorum filan dedim. Hiç bir şey demedi. Acını paylaşmaktan, onu sevmekten başka ne yaptım?
Neyse abi çok da lafı uzatmak istemiyorum. Annem işe yaramaz bir adam olarak bahsediyor benden konu komşuya. Yok okul bitmiş de, doğru düzgün bir işe girememişim. Senin yanında garson olmak için mi okumuşum falan filan bir sürü zırva. Babam bu günleri görse bir daha ölürmüş. Annem, babam öldüğünde ağlamadı bile abi. Şimdi ne olacak dedi. Kendini düşündü. Şimdi ne olacak? Zaten, hiç birimiz birisi öldüğü zaman, o öldüğü için üzülmüyoruz. Onun gerçekleştiremediği hayalleri için, onun yaşantısı için üzülmüyoruz. Kendimizi düşünüyoruz sadece. Babam bana bir daha sarılamayacak. babam olduğu için değil belki, bana sarılamayacağı için üzülüyorum, ağlıyorum. Anlatabiliyorum değil mi? Biz de bıraktığı boşluk canımızı yakıyor. Bu boşluğu dolduramayacağımızı bildiğimiz için üzülüyoruz.
-Mustafa, hayır. O kadar bomba patlıyor bu ülkede, savaş var yanı başımızda. Bu senin canını yakmıyor mu? Tanımadığın insanlar için üzülmüyor musun?
-Abi hayır, anlamıyorsun sen beni. Onu da unutuyoruz abi. Alışıyoruz ölümlere, bu ülkede yaşamaya. İnsan kalan yanlarımız kinleniyor, nefret kusuyor belki ama ateş düştüğü yeri yakıyor. Ölenlerin yakınlarından daha büyük bir acı yaşadığını söyleme bana.
-Eyvallah, doğru söylüyorsun.
-Bir gün annemin bu sözleri canıma tak etti. Soluğu askerlik şubesinde aldım. Tecili bozdurdum. Annemin karşısına geçtim. Anne, ben askere gidiyorum. Sonra da istediğin gibi bir iş bulur çalışırım dedim. İki ay sonra askerim ben. Nereye gideceğim belli değil. Bugün, çalışırken Elif mesaj atmış. Ne yapıyorsun, görüşemedik diyor. İki ay sonra askerim lan ben. Sıçayım yani böyle işe. Bu zamana kadar neredeydin? Şu bilekliği niye bana verdin? Canın sıkıldığında, yalnız kaldığında ararım Mustafa'yı, Mustafa beni bekliyodur nasıl olsa gelir mi diyorsun? Anlıyor musun Cihan? Kamil? Onur?
-Anlıyorum, anlıyorum da anlamadığım şey şu. Şimdi sen bu kıza, sırf onun da babası ölmüş diye mi aşık oldun?
-Bilmiyorum abi, bunun matematiği olur mu? Mor renkte bi kol saati de vardı onu ilk gördüğüm gün, bileğine altın bilezik gibi yakışmıştı. Böyle desem ne değişecek? Şu bileklik var ya, kendi eliyle yapmış. Bana uyumaya geldiği gün vermişti. O gün aşık olduğumu fark ettim. Hayatımda ilk kez birisi babamdan sonra bana değer veriyordu. Benim için emek harcıyordu. Ne bileyim, hoşuma gitti. Aşk sandım. Ama sonra niye aramadı, ne yaşadı bilmiyorum. Kızıyorum. Öte taraftan kızamıyorum da. Yani iki ucu da bombok bu değneğin. Yarın arayacağım, ben askere gitmeden bir gün oturalım rakı içelim diyeceğim.
-Arama Mustafa. Boşver. Sonrasında seni beklemesini de isteyeceksin. Beklemeyecek. O kadar zaman geçtikten sonra, sanki ondan uzaklaşan senmişsin gibi mesaj atması da çok salakça geliyor bana. Kusuruma bakma acı konuşacağım. İlaçsız bir kele benzediğimin fakındayım. Ama bunca zaman, bunca emek... Yok Mustafa bu böyle bir şey değil. Kendini paraladığına değmiyor, en sonunda bunu sen de görüyorsun. Babası ölmüşse ölmüş, ne yapalım. Allah rahmet eylesin. Şöyle olsaydı, böyle olurdu. Bunu desem, şunu derdi geç bunları. İçinde hiç bir şey kalmasın. Ne yapmak istiyorsan onu yap tabi hiç bir şey diyemem. Ama bekleme. İşleri bu kadar zora sokmak, farklı bahanelere sarılmak bana saçma ve çocukça geliyor. Seviyorsan, seviyorsundur. Seviyorsa, seviyordur. Aması, fakatı, hiç bir bahanesi yok. Beklemeye, doğru zamana, doğru yere ihtiyaç duyulmaması gerekir. Hayat öyle filmlerde, yazılan öykülerdeki gibi değil. Sait Faik, Büyük Hulyalar Kuralım diyordu ne oldu? Her zaman aşıktı, ama Yorgiya'ya değil aşkın kendisine. Sen de öylesin, biliyorum. Bu yüzden boşver canım kardeşim. Beraber içecek daha çok şarabımız, biramız var.
-Bilmiyorum, belki haklısın. Peki şu marteniçkayı ne yapacağım?
-At sobaya gitsin.
(*) Nazım Hikmet'in, Kar Kesti Yolu adlı
şiirinden.
Kasım 2017
Deniz Perhan