27 Ağustos 2015 Perşembe

Manastırsız Hilmi Bey

Kendisine değil kendisi gibi bir Bey’e yıllar önce yöneltilen bir soruyu, bir bando şefinin hüznünü düşünerek mavi banyo terliği ve paçaları kısa gelen pijamasıyla evinin balkonunda oturuyordu Hilmi Bey. Balkon duvarları elli yedi yaşındaki adamın belden aşağısını kimseye göstermediğinden dışarıdakiler için gülünecek bir şey de yoktu. Bu adamın pijamasına ve terliklerine kim ne hakla gülebilirdi? Karısı Ayfer Hanım, göğüs kanserinden genç yaşında öldükten iki yıl sonra, Ayfer Hanım’ın gelin geldiği gecekonduyu oğlu Sadık’ın düğün masraflarını karşılayabilmek için bir müteahhite verip bu apartman dairesine taşınmıştı. Sadık, ilçenin vergi dairesinde memurdu. En kötü haftada bir babasının yanına uğrar bir şeye ihtiyacı olup olmadığı sorar ve ben kendi başımın çaresine bakarım yanıtını alırdı. İsmine yakışan bir evlattı Sadık. Anıların olmadığı bir evde günden güne yalnızlaşan ve ihtiyarlaşan Hilmi Bey, balkonda fesleğenlerin arasından sokağa, sokağın başındaki bakkala girip çıkanların torbalarına bakıyordu. Üçüncü kattan torbaların içi pek seçilmese de kaç tane ekmek alındığını saymak güç değildi. İki çocuklu bir aile nasıl her gün dört ekmek yerdi? Ekmekten başka bir şey alamıyorlar herhalde diye düşündü. İkindi ezanının okunmasıyla oturduğu sandalyeden kalktı. Üzerini değiştirdi, ceketinin iç cebine namaz takkesini koydu ve iki sokak ötedeki Kırım Camii’sinin yolunu tuttu. İstediği zaman camiye, istediği zaman meyhaneye giden bir adamdı Hilmi Bey. “Onun yeri ayrı, bunun yeri ayrı” derdi.

Halk Kıraathanesi her zamanki müşterileriyle doluydu. Ameleler, kumar oynayan gençler, çiftçiler ve ihtiyarlar… Kahvehanenin adı, sahibinin on iki eylül öncesinde Dev-Yol’cu oluşundan değil, Halk Bankasının hemen yanında olmasından dolayı, Halk Kıraathanesiydi. Ocakçı Cengiz ömrü boyunca çay doldurup çay servis ettiğinden halkının sorunlarıyla pek ilgilenememiş ama dört yol ağzına yakın halkın en çok ihtiyacı olan şeyi yani ilçedeki bilmem kaçıncı kahvehaneyi açmıştı. Halk Kıraathanesinin bahçesinde, çınar ağacının gölgesinde ağustos ayında boş bir masa kapmak yöre insanı için büyük şanstı.  Sabahtan tarla işlerini bitiren erkekler için yapılacak tek aktivite namaz vakitleri arasında kahvede oturmak, çay içmek, zeytin fiyatlarından ve dul hemşire Canan Hanım’dan konuşmaktı.

Hilmi Bey, namazını kıldıktan sonra yolunu uzatarak kahvenin önünden geçeyim, eşi dostu görür biraz muhabbet ederim diye düşündü. Çınarın altında, emekli astsubay başçavuş Turgut Tüfekçioğlu’nun masasına oturdu. Bir asker emeklisine bu soyadından daha fazla yakışabilecek başka bir isim yoktu. 12 Eylül döneminde ilçenin en önemli adamlarından biri olan Turgut, insanların kendisine saygı duyduğu günlerine olan özlem ile şimdi “al sana Moskof domuzu” dercesine oyun kağıtlarını masaya vuruyordu.  On ikilik tepsiyi dolaştıran Cengiz, Hilmi Bey söylemeden çayını masaya bıraktı.

-Turgut, bu yaştan sonra poşet çaylara alıştım. Evde bir başına olunca çay demleyesi gelmiyor pek insanın.

-Ben diyorum, şu Canan Hanım’ı alalım sana diye…

- Yahu git işine, hadi oyununu oyna.

Turgut bacak attı, esnedi. Hilmi Bey, gazetesini okumaya başladı. Arka masada ustabaşı Ersan, etrafındakilere yarın gideceği işten bahsediyordu.  “Bizim buraya yeni bir market açıyorlar. Buralar da gelişecek büyüyecek artık. Baya büyük tadilata giriyorlar, ben de oranın yıkım işini aldım. Bana molozları taşıyacak birkaç adam lazım. Dört kişi olsak akşam altıda biter iş, yevmiyesi de 100 lira. Haydar sen gelir misin?” Söze Hilmi Bey karıştı.

-Ersan ben gelirim. Canım sıkılıyor vallahi.

-Hilmi Ağabey kolay değil bizim iş. Hem senin gibi bir edebiyat öğretmenine yakışır mı?

-Yakışır yahu niye yakışmasın? Sen bakma böyle ihtiyarladığıma gücüm kuvvetim yerinde benim. Alt tarafı iki tane çuval taşımayacak mıyız? Şurada iki ay sonra kapının önüne yığılacak bir ton kömürü o kadar odunu ben taşımayacak mıyım sanki? Yaz beni sen, şu kömürün parasının birazını çıkartsak yeter. Ağustos bitiyor artık. Yapamazsam da yoruldum derim Ersan. Sen de bir daha beni çağırmazsın olur biter. Baksana şunlara başlarını beş liralık kumardan kaldıracak halleri yok. Çay parasına günü geçirirler.
Söze Haydar karıştı.

-Doğru düzgün iş var da mı çalışmıyoruz?

-Haydar işin eğrisi mi olurmuş? Seni bizim sağlık ocağına doktor yapalım istersen.

-Benim keyfim yerinde Ersan Ağabey sen Hilmi Hocayı yaz.

-Sen kaşındın hocam. Sonra su koyvermek yok. Sabah 8’de görüşürüz o zaman.

Balkonundaki çiçekleri günde bir kere hatta günaşırı bile sulasa olurdu ama azar azar bir sabah bir akşam sulardı Hilmi Bey. Yavaşça suyun saksıya dökülüşünü izler her seferinde büyüyen, güzelleşen çiçeklerini gördükçe içini huzur kaplardı. Gün kararmak üzereyken eve geldi. Kahve insanı böyledir,“bir çay daha iç hocam, az daha otur hele” der durur. Fazla mesaiye kalmış, çocukları uyuduktan sonra eve dönmüş olmanın üzüntüsünü yaşayan bir baba gibi, çocuklarının yatakları yanına değil, balkonda çiçeklerinin yanına usulca geldi Hilmi Bey. “Şu patatesleri suya koyayım hemen geliyorum” dedi. Akşam yemeğinde haşlanmış patatesler, tuzlanacak,  kekik ve kırmızı biberle buluşacak, ayranın yanında onu bekliyor olacaktı. Kolesterolüne zararı olmayan basit ama sevdiği bir yemekti bu. Radyo’da 102.1 TRT Nağme’yi bulduktan sonra küçük balkonundaki sandalyesine oturdu. Fesleğenini sevdi, elini kokladı. Sardunya ve ortancanın keyfi yerinde gibi gözüküyordu. Eski evinin bahçesindeki akşamsefaları geldi aklına. Güneşe tutkun olup da yalnız geceleri açan bir çiçek herhalde yeryüzünün en ince duygusuna sahip çiçeğiydi. Yeşillerin içinde morlar ve kapıda onu bekleyen Ayfer öyle güzeldi ki. Radyoda en sevdiği şarkı çalmaya başlamıştı. Münir Nurettin Selçuk söylüyordu; “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın/ Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın/ Öyle yıktın ki bütün inançlarımı / Beni sensiz bıraktın, beni sensiz bıraktın…”

 Balkon kapısından salon duvarında asılı olan siyah beyaz düğün fotoğrafına bakıp “Ah be Ayfer Hanım, Tam huzura kavuştuk, oğlan işe başladı derken gidilecek zaman mıydı?” dedi içinden. İçinden konuşuyordu çünkü ortancayı üzmek istemiyordu. Onlara yarın gideceği amelelik işinden söz etmeli miydi bilmiyordu. En iyisi yarın işten dönünce anlatmaktı, haline bir çiçeğin bile üzülmesini istemiyordu. Çiçekler anlar, hisseder, siz anlatsanız da anlatmasanız da. Bir çiçeğin yerini beğenmemesi bundandır. Yaşadıklarınızı onunla paylaşmıyorsunuz diye size küsmüştür, hepsi bu. Kolay affederler, onların da zaafı bu.

 Patatesler olmuştur artık diyerek yemeğini hazırladı. Yemeğin ardından aynı sandalyede oturmaya, yer yer çiçekleriyle sohbet etmeye ve uzun uzun sessiz alacakaranlık sokağını izlemeye devam etti. Bir süre sonra sabah erken kalkacağını düşünerek uyumaya gitti. İçinde kimseye anlatamadığı sıkıntılar, uyumasına bir türlü izin vermiyordu.

*

Çocuklar alet edevatı arabaya yüklüyorlardı. Ersan saatine baktı, “Hilmi Hoca, madem gelmeyecektin ne diye o kadar tantana yaptın dün” diye söylendi. Bu saatte kimseyi bulamayız, bir evine uğrayalım belki kalkamamıştır, yoksa iş baya uzayacak, çıkmamız akşam 10’u bulur dedi yanındakilere.  Hilmi Hoca’nın ziline uzun bastı Ersan. Açan olmadı.

Sardunya duydu, ortanca duydu, fesleğen duydu zili, Hilmi Bey duyamadı.

Ne o sabah ne başka bir sabah bir daha uyanamadı Hilmi Bey. Bey dediğimize bakmayın, öylesine bir adamdı Hilmi, hakkında ne bir şiir ne bir öykü yazılacak.


...........................................

Nisyan Dergisi Sayı 11 (Aralık2015 -Ocak2016)

5 Nisan 2015 Pazar

Yarım Kalan



Flört ettiğim bütün kadınlar, kış’ı ne kadar çok sevdiğimi bilir. -Bu sebeptendir ki; nisanda dahi kar yağma olasılığı olan bir şehirde yaşarım.- Ama işler sarpa sarınca birisinin bile bir yaz akşamı arayıp hal hatır sorduğunu henüz görmedim. Ben gönül eğlendirecek adam mıyım?  Hiçbirinin hakkını yiyemem. Cadde de ağır aksak zatımı gezdirirken denk gelsek; elbet selam verirler. Yüreğimde taşırım. Başımın üzerinde taşırım.  O yüzü bir milyon güneş içinde eczacı kız şimdi ne yapıyor? Geçen, laf aramızda mühendis bey’le karşılaştık. “Ne yapıyor? Geziyor azizim geziyor… “ dedi.  Doğru. Sürtmeyip ne yapacak? Sürtmese mühendis bey nereden bilecek? Gençliğine yazık.

Ben ömrümde böyle gülmek görmedim. Ben anlattıkça,  basardı kahkahayı. Sarhoş olduğum bir gece, bitli, pireli yavru bir kediyi evime getirmiştim. Ama hava nasıl soğuk, yavrucak nasıl annesizdi. Oyuncu mu oyuncu, sevecen mi sevecen, halden anlayan bir sarman… Ertesi sabah ben de bitlenmiş, ilkokuldaki gibi saçlarımı kazıtmak zorunda kalmıştım. Ne var bunda gülecek? Kedileri sevemeyecek miydim yani? Sadece bunlara da değil, farklı farklı giydiğim çoraplarıma da gülerdi. Öteki teki yırtılmış diye sağlam teki çöpe mi atmalıydım? Ne yapayım çulsuzum. Elbet bayat ekmeği çorbama doğrarım. Pilavı da kaşıkla yerim. Adabı muaşereti duydum da bir reform adı sandım.

Çulsuzum dedim ya, paket sigara alamıyorum o zamanlar. İçtiğim tütün de nasıl boğazımı mahvediyor. Birkaç gün kötü öksürdüm, bir gece öksürmekten uyuyamadığımı hatırlıyorum. Sabahına yürü dedim eczaneye, bu iş böyle olmayacak. Bir öksürük şurubu, bir pastil almalı. Cepteki son 20 liranın 15ini ilaçlara verince, kalan 5 liraya da bir paket Anadolu aldım. “Madem iyileşmeyi kafana koydun, içtiğin sigara da kaliteli olmalı değil mi?” dedim kendi kendime. Bu bahsettiğim, yüzü bir milyon çil içindeki kızla da o zaman tanıştım. Beyaz önlük nasıl yakışmış bembeyaz tenine anlatamam. Üzerindeki kazağı çıkarıp, yalnızca önlükle hayal ettim onu, şuruptan her yudum alışımda. Birkaç güne toparladım, öksürüğüm kesildi.  Daha büyük bir dert baş göstermişti; aklımda yalnız o vardı. Zaten işsizim, aşık olmaya yer arıyorum. Bir şekilde tavlar, evlenmeye ikna edersem, düğünümüzde muhakkak o beyaz önlüğü giymeli dedim gelinlik niyetine. Bense yine bu  siyah kadife ceketimi giyeceğim. Omuzlarımı geniş gösteriyor.

Kör Kamil garson arıyormuş. Benden iyisini mi bulacaklar? İşe başladım, cebim para gördü. Sigara param çıkıyor, karnım doyuyor, üstüne de 20 lira artıyor. Ne hikmetse cebimde hep 20 lira olur zaten. Meyhaneye giderken yolumu uzatıyorum, Sürer Eczanesi’nin önünden geçiyorum. Bir gece iş çıkışı, şansıma nöbetçiydi bizim kız. Dışarıda durdum, düşündüm. Düşündükçe üşüyorum, hava ayaz. Yolu yok, ya bu gece geçip karşısına konuşacaksın ya da atacaksın kafandan bu sevdayı. Sevdadan vazgeçmek mi? Bana yakışmaz. Meyhanede çalışıp da eve ayık gitmek mi? Şaşılacak şey.

“İyi geceler.”
“Size de... Yine öksürük şurubu mu? İçeri girmeden nasıl sigara içtiğinizi gördüm. Birkaç şişe vermeli size.”
“Dışarısı buz gibi… Babaannem viks diye bir krem sürerdi hasta olunca. Sıcacık yapardı, ondan var mı sizde? Onu soracaktım.”

Dudakları neredeyse kulaklarına varacaktı. Ne ilk gün gördüğüm beyaz önlüğü, ne de bu gülümseyişi unutuyorum. Ayrıca sizde şaşırmadınız mı? Beni nasıl hatırlıyordu? İçten içe beni hatırlıyorsa, bu iş olur diyordum. Dükkana bir günde onlarca kişi giriyordu. Beni nasıl unutmadığını sordum.
“Sizi unutmak mümkün mü? Sadece şurubu alıp gitseniz elbet hatırlamazdım. Çıktıktan 5 dakika sonra geri gelip “tartı ücretsizdi değil mi?” diye sorup bu fırsatı da es geçmemiştiniz.”

Bir haftadır izinsiz çalışıyordum. On iki saat ayaktayım.  Ama iyi de yiyorum. Ciğerler, kavurmalar, közlenmiş biberler, haydariler, patlıcan ezmeler…  Servisi götürmeden önce, her masanın mezesinden biraz çalıyorum. Zaten sarhoşlar, ikinciyi söylesinler; umurumda mı? Yeterince kızardıktan sonra;  “İyi hatırlattın. Bakalım kilo vermiş miyim?” diyebildim sadece. Birkaç dakika önce yeni topraklar fethetmeye hazırlanan bir fatihken şimdi akşam ezanında yemeğe çağrılan küçük bir çocuğa dönmüştüm. Kilom aynıydı. Kremi alıp çıktım eczaneden.

Eve gelir gelmez Samsa ayaklarıma dolandı. Kucağıma aldım, sevdim. Tuttum, ıslak burnundan, ağzından öptüm.  Oturttum karşıma, olanları bir güzel anlattım. Kulaklarını dikmiş pür dikkat dinlerken beni, neredeyse yerinden kalkacak patisiyle sırtıma vurup “Boş ver be oğlum!” diyecekti. Ne güzel denk geldik de tanıştık Samsa’yla.  Ben öksüz, o yetim. Kedi de olsa nefes alıyor, çok şükür evde bir ses, bir nefes daha var.  “Bir şey söylesene a benim canım… Ağzım vardı, dilim vardı, yarım bir cesaretim vardı ama konuşamamıştım.” Baktım anlattıklarım uykusunu getiriyor yavrucağın, tamam dedim, sıkmayacağım seni daha fazla. Baktım, güneş doğuyor, geçtim, yanına uzandım. –Yarın konuşuruz.

Meyhanede en çok iş olan saatler akşam 9 ile 10.30 arasıdır. Müdavimler akşam yemeklerini yiyip birer ikişer gelmeye başlarlar. Hangi masa ne istiyor? Kaç kişi gelmişler, hangi masayı ayarlayalım? Bu ve bunun gibi soruların telaşı bittikten sonra servisi yapıp masayı donat, gerisi rahattır. Sonra uzaktan bakarsın, bir şey isteyen varsa götürürsün. Kapı açıldı, saat 10’a gelirken mühendis bey’le arkadaşları geldiler. Kendisiyle okul yıllarından beri tanışırız. İyi arkadaşızdır laf aramızda. Ben felsefe okudum, garson oldum; o, bey. Mesleğinden oldum olası nefret eder.

“Patrona; üç işçi burada fazlalık, üretimi şöyle yapsak daha fazla kar ederiz demek zorundayım. Daha bir sürü şey… Ne umdum? Ne buldum? Endüstri Mühendisiymiş! Peh! ”

Ahmet Bey masa da rakısını yudumluyor, bense uzakta kulplu bardağımda biramı içiyorum. O geçen ay fabrikadan ayrılan Mehmet Usta’yı düşünüyor; ben, eczacı kızı. Masalarına buz götürdüm, çıkışta biraz laflayalım mı dedim.  Dükkanı beraber kapattık.

Kol kola girmiş, yürümeye çalışırken anlat dedi, derdin ne?

-Biliyorsun insanlar sarhoş oldukları zaman üçe ayrılırlar. Hır-gür çıkarıp kavga etmeye yer arayanlar. Eve kedi getirenler. Bir de meyhanede fasılın en eğlenceli yerinde aklına Konstantin Kavavis’in Şehir şiiri geldiğinde eve gidip Ezginin Günlüğü dinlemek isteyenler.
-Kadınlar’a gelecek olursak kaça ayrılır bilmiyorum. Ama hangi tür kadınları sevdiğini çok iyi biliyorum. Pilavcıda ekmeğin son lokmasıyla işkembenin son yudumunu ağızda harmanlamadan tam olarak bir saniye önce, neden seni Samsa’yla tanıştırmıyorum dediğinde ‘hayır’ demeyenler.
-Ama öyle kolay da değildir biliyorsun, bir tas çorbaya yarım ekmeği sığdırabilmek.  Büyük ustalık ister. Senin gibi mühendis olsa bile insanın iyi hesaplamalar yapması gerekir.  Yoksa, ejderha olsa kar etmez.
-Erkekler sonra kendi arasında tekrar ikiye ayrılır. Bir tas çorbaya yarım ekmeği sığdırıp kadınlara Ahmed Arif’den bahsedebilenler. Ve buna gerek duymayıp sevdayı kaygan ve yumuşak, sessiz ve yalıtkan soluk borusunda, pahalı içkilerle ancak hissedebilenler. Şimdi söyle bakalım, kim bu kadın?
-Anlatayım. Ben de bu soruyu bekliyordum.  Güzel çok güzel bir kadın-
-Sadede gel oğlum.
-Aslına bakarsan adını bile bilmiyorum.  Beyaz önlük giyiyor. İkinci buluşmamızda da rezil oldum, daha doğrusu ikinci görüşmemizde...  Birazdan çalıştığı yerin önünden geçeceğiz, şansımız varsa oradadır.

Şehirden el ayak çekilmeye başladığı bu saatlerde ara sokaklar daha bir yalnızdır. Önce sağ, sonra sol. Sonra tekrar sol. Işıklarıyla Sürer Eczanesi karşımızda. Bizimkisi sokağı kadar olmasa da yalnız, içeriden hafif bir müzik duyuluyor, kitap okuyor. Ahmet ile kol kola girmiş birbirimizden güç alarak ayakta durmaya çalışırken tabiatın en mucizevi şeyinin birkaç saniye içerisinde gerçekleşeceğini bilemezdim. Kitabını masaya bıraktı, başını kaldırdı. Aramızda bir camekan, göz gözeydik. Tabiatın en mucizevi olayı elbette benim gözlerimi ondan alamayışım değildi. İçeride çaydanlık taşmaya başlamış, çay demlenmeye hazırdı. Bize doğru geliyordu.

“Ahmet, ne yapacağız şimdi?”

Kapı aralandı, içeriye davet edildik.  Öksürüğüm de yok, soracak ilaç da. Ne diyeceğim şimdi? Kafamda onlarca düşünce ile kem küm etmeye hazırlanırken eczacı kız; “çay beş dakikaya demini alır birer çay içelim.”dedi. O beş dakika nasıl geçti şimdi pek hatırlamıyorum. Fincanlarda çaylarımız geldi. Büyük bardak çay denilince aklıma nedense bir kahve fincanını getiremem. Hep bir su bardağı olur büyük bardaktan anladığım. İçtiğim içkinin rengini görmek isterim. Çayı sigarasız bırakmak istemeyen Ahmet dışarı çıktı.

-Son zamanlarda biraz fazla mı karşılaşıyoruz? Neredeyse her gün buradan geçiyorsun.”
-Fark etmene sevindim.  Adını soracaktım.
-Işıl.

Hikayemin bundan sonraki kısmına, yüzünde bir milyon güneş olan kız ya da eczacı kız demek yerine Işıl diyerek devam edebilirim artık.

-Işıl, söyleyecek o kadar çok şey var ki başlayacak yerim de yok. Bu cümle tanıdık geliyor mu bir yerden? Okuduğum kitaplarda illa altını çizecek bir cümle bulurum. Salinger’in okuduğum ilk kitabında da bu cümle geçiyordu. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin hep etkisinde kalmışımdır. Batman’i izlediğim zaman kendimi batman olabileceğime inandırmıştım. Çocuksu bir hayal değildi. Evet, batman çizgi romandan çıkan bir süper kahramandı. Ancak süper güçleri yoktu. Benim de yoktu. Biraz para ve bolca ileri teknolojiye ihtiyacım vardı. Cepteki yirmilik ile süper kahraman olamayacağımı fark ettiğim için kısa sürede vazgeçtim bu sevdadan. Işıl… Ne güzel gözlerin vardı. Ne güzel gülüyordun. Gülmek bir insana bu kadar yakışmamalı. Maazallah nazar değdireceksin dünyaya. Güneşin etrafında değil, mümkün olsa senin etrafında dönecek dünya. Güneş’im benim. Yüzünde kaç milyon güneş vardı? Sayamadım.

Ne saçmalıyordum? Birkaç saniye içinde, adını duyduğum anda içimden geçen düşünceler bunlardı.  Adımı söyledim.  Havadan sudan yani baharın bir türlü gelmiyor oluşundan, evindeki çiçeklerden, fesleğen kokusundan, işlerimizden, okuduğu kitaptan biraz da samsadan konuştuk. Şaşırıyordum, sesi sesime çarpıyordu. İmkansızı başarmıştım. İmkansız denilen bu kadar kolay mıydı? Hep böyle mi olurdu? Bir ara dışarıya baktım, çay bardağını kaldırım taşının üzerine bırakmış, Ahmet yokluğunu bize hissettirmeden gitmişti. Baş başaydık. Sabah ezanı okunmaya başlayınca, saatin farkına vardım. Işıl, açsan bir çorba içelim dedim. Mesainin bitmesine daha çok var mı? Olur cevabını aldım. Sarhoşluğum geçiyordu. Kendime geliyor, kendime inanmakta karşımdakinin, yanımdakinin o olduğunu idrak etmekte zorlanıyordum. Ne olur gördüğüm rüya olmasın. Meyhanede bir masanın üzerine sızıp birazdan boyun ve bel ağrısıyla uyanmayayım diyordum. Düpedüz gerçekti bu.

Bir tavuk suyu, Bir ezo. Limon yerine limon suyunu önüme getiren lokantalardan nefret ederim. Burası da öyle bir yer. Bir kadın sabahın altısında nereye götürülür pek bilemiyorum. Kimse bilmez zaten. Karnım aç, ekmeği çorbaya gömdüm. Bir yandan da samsayla nasıl tanıştığımızı anlatıyorum. Gülüyor.Malum an geldi, tabaktaki çorba giderek azalıyor, şimdi ne olacak? Dik dur, kararlı ol. Lafı gevelemeden dosdoğru söyle yüzüne. Bırak gerisini o düşünsün.  “Neden samsa ile tanışmaya gelmiyorsun?. “

Sabahın ilerleyen saatlerinde seviştik. Etten ve kemikten daha fazlası değiliz artık.

***

Hikayenin bundan sonraki kısmında Işıl diyeceğimi, lakin bir daha adını anmadığımın, gecenin sabahında -daha doğrusu sabahın akşamında- nasıl ayrıldığımızdan söz etmediğimin, bir daha görüşüp görüşmediğimizden bahsetmediğimin ve onlarca diğer ayrıntıyı noksan bıraktığımın elbet farkındayım. İstanbullu Yusuf’un da dediği gibi, çünkü ben, bizzat yarım bırakılmış bir niyetim.


.........................................................................
Bu öykü, Nisyan Dergisi'nin 10. sayısında (ekim kasım 2015) kendine yer bulmayı başarmıştır. Selam olsun!

3 Mart 2015 Salı

Ayrık Otu ile Yeni Kayıtlar

Benim de içerisinde yer aldığım yaklaşık 2 yıldır santurumun tınısını müziğine kattığım Ayrık Otu ile geçtiğimiz Şubat ayında 3 şarkıyı kaydettik. Biz çaldık, Sinema-Tv okuyan arkadaşlar çekimlerini, kurgularını yaptılar, sağolsunlar. Bir Arnavutça, İki İspanyolca ve Bir Türkçe şarkı var burada, Daha doğrusu toplamda Üç,buçuk şarkı... Biz çalarken oldukça keyif alıyoruz, umarım sizde dinlerken bizimle aynı heyecanı paylaşırsınız. Sözü bu kez kafi derece de bırakıp, işin geri kalanını müziğe bırakıyorum. Keyifli dinlemeler...





7 Şubat 2015 Cumartesi

Çetinkaya

Şehirler ovalara, insanlık uzaklara kurulur.
Apartmanlar arasında kaybolur.
Geceleyin gelmek İzmir'e
Mamak'ta eski bir evi
Ağzındaki yarayı anımsatır.
Bu mısraya güleyim desen
Elbet canın acır.
Sorarım;
Hangi elbise sana bu gülüşten daha çok yakışır?

Boşluklarımı doldur, insanlığı kurtar.
Yahut geç beni
Öpüşün eksik olsun
Çetinkaya’ya çarptım.
Biz kaybettik, insanlık kazansın.

Şubat 2015
Deniz Perhan