7 Şubat 2016 Pazar

Mazeret



İlk olarak hangi parmağı seçmesi gerektiğini düşündü. İşaret parmağından başlayarak, yüzündeki küçük tümseği buldu. Sırasıyla sol elin tüm işlevsel parmakları, yağlı cildinin üzerinde gezinmeye başlamıştı.  Henüz olgunlaşmamış ya da olgunlaşamamış bir sivilceydi bu. Sivilce’ye biraz zaman tanısa elbet o da kendisini rahatlıkla ifade edecek, “-evet benim de zamanım geldi” diyebilecekti. Oturduğu tek kişilik koltuktan kalksa,  aynanın karşısında bu kötü arkadaşını sıksa, biraz üstüne gitse kurtulabilir miydi ondan? Yoksa başına daha büyük bir iş mi açardı? Hep birilerini sıktığı için başına bu tür felaketler gelmiyor muydu? Birkaç gün kalması muhtemel misafir,  ömür boyu yanına mı yerleşirdi?   Öte yandan oturduğu eski, ortası zamanla çökmüş koltuktan kalkmak zaten başlı başına bir devrim olurdu kendisi için. Yüz yıl çok da uzun bir zaman sayılmaz. Tam yüz yıldır o eski, kahverengi koltukta oturuyordu.  Evi sessizdi.  Dünyası sessizdi, soluksuzdu. Kendi kalp atışlarından, ve soluğunun ritminden başka sessizliği bozacak bir gonglu saati bile yoktu, duvarda asılı duracak. Kaçan uykularına bahane olsun diye,  bir kadının ona böyle bir saati hediye etmesini elbet çok isterdi.   “Hayatında hiç hediye almış mıydı?” Sanırım yüz yıl kadar önce kapıdan çıkan bir kadın vardı. Kadın kimdi? Yüzü nasıldı? Saçları uzun muydu; siyah mıydı? Hangi meyveyi daha çok severdi? Bir gün yıkılıncaya kadar içecek olsalar; rakı mı isterlerdi? Acaba hangi şairin, hangi şiiri onundu? Hepsini biliyordu. Hepsini biliyordu ve yüzyıldır aynı koltukta oturuyor, yüzündeki sivilceyle oynuyordu.

Yaktığı her sigara boğazını acıtırdı. Üstelik bugüne kadar içtiği tek bir sigaradan bile bir parça olsun keyif almamıştı. Yine de koltuk kulpunun üzerinde duran sigara paketine, dünyasını başlı başına değiştirmeyecek hamleyi yaptı,  son tekini aldı. Alışkanlık gereği olacak bir elini evin içinde esemeyen rüzgara siper edip sigarasını yaktı. Birkaç nefes aldıktan sonra, içtiği ilk sigarayı anımsadı. Yüzyıldır aynı koltukta oturuyordu ama tam yirmi iki yıl önceydi bu. Daha dokuz yaşındayken, eski evin eski balkonunda annesinin babasından gizli içtiği sigaraların izmaritleri gözüne ilişince, aralarından diğerlerine göre daha uzun sayılabilecek birini seçmiş ve cebine gizlemişti. Baharda yaşıtlarının uçurtma uçurdukları arsaya top oynamaya giderken yerde bir kutu kibrit bulmuştu. Kimsenin onu göremeyeceği  –ya da onun öyle düşündüğü- bir ara sokakta, 82 model renault’un sağ arka tekerleğini verdiği kaldırıma oturup cebindeki izmariti yakmış ve daha ilk nefesinin öksürüğü geçmeden kulağından çeken babasının öfkeli suratıyla karşılaşmıştı.  Dokuz yıldır alışık olduğu bir yüz ifadesine hiç şaşırmamış, yediği dayaktan hiç canı yanmamış, hiç ağlamamıştı. 

Sigaranın külünün yere düşmesiyle tekrar kahverengi koltuğuna döndü.  Hikayemizdeki malum kadını düşündü.  Madem seviyordu adam kadını, madem o’na dair hemen her şeyi hatırlayabiliyordu, neden hala aynı koltuktaydı? Sevmek dediğimiz şey, alışkanlıkların bir sonucu olarak mı ortaya çıkardı? Yoksa her seferinde alışkanlıklar mı sevgiyi doğururdu?  Beklenmedik zamanlarda gelir, beklenmedik zamanlarda çekip giderdi bu duygu. Kül ile filtre arasındaki mesafe iyice daraldığından olacak parmak ucunda külün sıcaklığını hissetmesiyle, sigarasını söndürme gereğini duydu.

Beklenmedik zamanda başlayan yağmur, hala devam ediyordu. Camdan baksa, sarı sokak lambasının altında iyiden iyiye ıslanmakta olan hatta artık ıslanmanın da ötesine giden sokağı göreceğini adı gibi bildiğinden ve tüm bunlara ek olarak her ne kadar yağmuru izlememenin keyifli olabileceğini düşünse de henüz yerinden kalkabilecek enerjiyi kendisinde görmüyordu. Aynı bildik kısır döngüye, aynı bildik manzaraları eklemenin lüzumu yoktu.  Tamı tamına iki yıl dört ay on iki gündür aynı apartman dairesinde - hani bu hiç bir komşunun birbirini tanımadığı küçük evlerden birinde- yaşıyordu.  Her sabah önünden geçerken selam verdiği, akşamlarıysa eve dönerken “ dünden kalan yarım ekmek var, bugün almasam da olur” diye düşünüp ekmek almayı es geçse de uzun sigarasını almayı hiçbir zaman ihmal etmediği bakkalın adını hiç sormadığını düşünüp kızdı kendisine. “Şenol Market “ miydi? “Özşenollar Gıda” mıydı? Bir türlü hatırlayamadı.  Ahmet Şenol yahut Bekir Şenol ne gibi bir rol oynayabilirdi hayatında? Neşeli ol, Şen ol… Hayır! Yüz yıl önceye, dönecek olsa, zamanın kapısını elbet Ahmet Şenol açmayacaktı. Eğer yaşadığı dünyaya karşı biraz daha ilgili olabilseydi, göz ucuyla selam vermenin dışında, Ahmet Şenol’un gerçek adını sorabilseydi, aynı hayatı başka türü, belki biraz daha “mutlu” yaşayabilirdi.
Yüz yılın üzerine üç saat daha koyduktan sonra radikal bir karar aldı. Aynı okuldan mezun oldukları şimdi aynı işte çalıştıkları, Salim’i aradı. “Yarın Pazar, biraz laflasak, Fulden’le tartıştık” dedi.

Salim ile buluştukları zaman saat gece yarısını çoktan geçmişti. Yağmur hala yağıyordu. “Bu saatte açık meyhane bulamayız, gel garın oradaki sabahçı kahvelerine gidelim” dedi Salim. Saçakların altında yürürken Vedat,  –Vedat, söylemeyi unuttuğumuz bizim asıl kahramanımız bu arada- üniversite yıllarını hatırladı; Yurttaki arkadaşlarından kaçıp gara geldiği, yük trenlerinin vagonlarını saydığı günleri.

Gara geldiklerinde, bekleme salonunda uyuyan evsizleri gördüler. Gecenin dördünde, dışarıda delicesine yağan bir yağmur varken buradan daha güzel bir sığınak olamazdı herhalde onlar için. Bacaklarını karınlarına çeken, sessizlikte uyuyan birkaç adam onların geldiğini elbet hissetmedi. İzmir’den beklenen Dokuz Eylül Ekspresinin gelmesine daha iki saat vardı. Elinde karton bardaktaki çay tepsisi ile döndüğü zaman Vedat anlatmaya başladı.

“Fulden ile nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun? Okulun son yılında hep gelirsiniz diye fazladan tiyatro bileti alırdım. Kasım’ın ortaları olması lazım... Fazladan bir değil üç biletim vardı, Yine bana eşlik edecek kimseyi bulamamıştım. Hatırlarsan sana da sormuştum, pek bana göre değil derdin böyle işler. Tam salona girecekken gişede bilet soran bir kız görmüş fazla biletlerimin tamamını ona vermiştim. İçeri girdim, paltomu çıkardım, koltuğuma kuruldum. Birkaç dakika sonra da kapıdaki kız geldi, haliyle yanıma oturdu, tekrar tekrar teşekkür etti. Bir gün önce gelip bilet bulamadığını, bugün ise üç bileti olduğunu söyledi. Yaptığımın çok da teşekküre değer bir şey olmadığını söyledim. Oyunun sonuna kadar yüzüne bile bakmamıştım. Ama nerden bilebilirdim ki, o günden sonraki tüm hayatımın onun çevresinde şekilleneceğini. Bir iki ay sonra burada karşılaştık. Az ilerdeki bankı görüyor musun? 6 yıl önce seninle sabaha karşı çorba içmeye çıktığımız günlerden birinde eve gitmek yerine yine gara gelmiş, vagon sayıyordum. Tam o sırada Dokuz Eylül Ekspresi’nin 4. Vagonundan indiğini gördüm. Nedensizce bir merhaba demek istemiştim. İşin garibi ne biliyor musun? Hatırladı beni. Gece boyu trende hiç uyumamış, konuşacak birilerini aramış sanırım, anlattıkça anlatıyordu.  Evine kadar yürüdük. Tüm hayatının kısa bir özetini geçti. İnsan biraz cesareti varsa tanımadığı kişilere aşık olur. Bende de öyle olmuştu. Konuştukça ağzından çıkan kelimelere değil sesine vuruluyordum. Bir dahaki karşılaşmamız için denk gelmeyi beklememiz gerektiğinin farkındaydım. Ayrılırken masal dinlemeyi sever misin diye sordum. Sabah saat 7 için hayli garip bir soruydu. Şaşırdı, severdim dedi. Ertesi akşam garda, onu ikinci kez gördüğüm bankta buluştuk. O sıralar okuduğum bir öykü kitabından bir bölümü anlattım. Annesi ve babası arasında kalan çözümü süper kahraman olmakta bulan bir çocuğun hikayesiydi. Gardaki buluşmalarımız bir süre daha devam etti, bir akşam anlattığım hikaye bitince nedensizce merhaba demem gibi bir şey olmasını beklemeden öptüm onu. Daha sonrasında kötü bir şiir de yazdım. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama şöyle bir şeydi. Kara saçlı bir kadının yüzünde nasıl birkaç milyon çil olur hala şaşarım.




Çil

Bu şehre daha önce de geldin
bu sokak ufuk abi’nin sokağı
şair fuzuli yalnız bir sokak adı
on yedi çocuk gülümsemesi ardında
köyümün ilk doktoru

Birkaç milyon çil
bunun iki misli güneş
gözlerin sürmeli
toprağın üzeri poyraz
günahın küçüğü -sevdada karar- olmaz

Yağarsa yağmur, şemsiyeleri saklarız.
üçüncü peron altıncı yol
gelen tren nereye gider?
aldırma! ne fark eder!
seni hep burada öptüm, -bir yıl arayla-.
dönüş biletimi alamadım.
daha dün seviştik oysa.
eve geldim, kediyi sevdim.
ah! ne olurdu?
biraz şiirden anlasaydım,
böyle kötü şiirler yazmasaydım.”

Vedat’ın cümleleri son noktasına kavuşunca, çaylar çoktan bitmişti. Aynı hikayeyi, Vedat ile Fulden’in her tartışmalarında tekrar tekrar dinlemek zorunda kalan Salim, arkadaşlık vazifesini yerine getirmek için bu sefer ne oldu diye sormak zorunda kaldı.
“Çok sevdiğin bir şarkıyı tekrar tekrar dinlemek gibi bir şey Fulden’le olan ilişkimiz. Şarkıyı karar sesinde bırakamıyorsun, bitmeden başa sarıyorsun. Böyle olunca da o güzellikten yeteri kadar payına düşeni alamıyorsun.

Vedat’ın, gözden kaçırdığı bir şey vardı. Her şarkı karar sesinde mi biter? Diyelim ki müziğin tüm kurallarına uygun bestelenmiş kusursuz bir şarkı var elinizde. Lakin çocukluğunuzda olduğu gibi yarısı bozulmuş bir kasetten çalıyor şarkı. Tam nakaratı beklerken masal okuyan bir kadının sesi ile karşılaşıyorsunuz.  Küçük kardeşiniz farkında olmadan en sevdiğiniz kasetin üzerine başka bir kayıt yapmış, müzik çaların başında oyalanırken. Bu durum yarısı gitmiş şarkıyı kötü bir şarkı yapmaya elbette yetmeyecektir.  Aksine, son sözü son melodiyi artık duyamayacak olsanız bile, elde kalan yarım şarkıyı asla unutmayacaksınızdır.

 Hava yeni aydınlanıyordu. “Boşver Salim” dedi, “Sevmek için bir sebep gerekmiyorsa böyle birkaç yılın sonunda Fulden ile tartışmak için bir mazerete de gerek yok. Aşk değil, aptallık bizimkisi.”


Aralık 2013 - 2015


......................................................
Nisyan Dergisi Sayı 12 (şubat-mart 2016)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder