İlk olarak hangi parmağı seçmesi gerektiğini
düşündü. İşaret parmağından başlayarak, yüzündeki küçük tümseği buldu.
Sırasıyla sol elin tüm işlevsel parmakları, yağlı cildinin üzerinde gezinmeye
başlamıştı. Henüz olgunlaşmamış ya da
olgunlaşamamış bir sivilceydi bu. Sivilce’ye biraz zaman tanısa elbet o da
kendisini rahatlıkla ifade edecek, “-evet benim de zamanım geldi”
diyebilecekti. Oturduğu tek kişilik koltuktan kalksa, aynanın karşısında bu kötü arkadaşını sıksa,
biraz üstüne gitse kurtulabilir miydi ondan? Yoksa başına daha büyük bir iş mi
açardı? Hep birilerini sıktığı için başına bu tür felaketler gelmiyor muydu?
Birkaç gün kalması muhtemel misafir,
ömür boyu yanına mı yerleşirdi?
Öte yandan oturduğu eski, ortası zamanla çökmüş koltuktan kalkmak zaten
başlı başına bir devrim olurdu kendisi için. Yüz yıl çok da uzun bir zaman
sayılmaz. Tam yüz yıldır o eski, kahverengi koltukta oturuyordu. Evi sessizdi.
Dünyası sessizdi, soluksuzdu. Kendi kalp atışlarından, ve soluğunun
ritminden başka sessizliği bozacak bir gonglu saati bile yoktu, duvarda asılı
duracak. Kaçan uykularına bahane olsun diye,
bir kadının ona böyle bir saati hediye etmesini elbet çok isterdi. “Hayatında hiç hediye almış mıydı?” Sanırım
yüz yıl kadar önce kapıdan çıkan bir kadın vardı. Kadın kimdi? Yüzü nasıldı?
Saçları uzun muydu; siyah mıydı? Hangi meyveyi daha çok severdi? Bir gün
yıkılıncaya kadar içecek olsalar; rakı mı isterlerdi? Acaba hangi şairin, hangi
şiiri onundu? Hepsini biliyordu. Hepsini biliyordu ve yüzyıldır aynı koltukta
oturuyor, yüzündeki sivilceyle oynuyordu.
Yaktığı her sigara boğazını acıtırdı. Üstelik bugüne
kadar içtiği tek bir sigaradan bile bir parça olsun keyif almamıştı. Yine de
koltuk kulpunun üzerinde duran sigara paketine, dünyasını başlı başına değiştirmeyecek
hamleyi yaptı, son tekini aldı.
Alışkanlık gereği olacak bir elini evin içinde esemeyen rüzgara siper edip
sigarasını yaktı. Birkaç nefes aldıktan sonra, içtiği ilk sigarayı anımsadı.
Yüzyıldır aynı koltukta oturuyordu ama tam yirmi iki yıl önceydi bu. Daha dokuz
yaşındayken, eski evin eski balkonunda annesinin babasından gizli içtiği
sigaraların izmaritleri gözüne ilişince, aralarından diğerlerine göre daha uzun
sayılabilecek birini seçmiş ve cebine gizlemişti. Baharda yaşıtlarının uçurtma
uçurdukları arsaya top oynamaya giderken yerde bir kutu kibrit bulmuştu.
Kimsenin onu göremeyeceği –ya da onun
öyle düşündüğü- bir ara sokakta, 82 model renault’un sağ arka tekerleğini
verdiği kaldırıma oturup cebindeki izmariti yakmış ve daha ilk nefesinin öksürüğü
geçmeden kulağından çeken babasının öfkeli suratıyla karşılaşmıştı. Dokuz yıldır alışık olduğu bir yüz ifadesine
hiç şaşırmamış, yediği dayaktan hiç canı yanmamış, hiç ağlamamıştı.
Sigaranın külünün yere düşmesiyle tekrar kahverengi
koltuğuna döndü. Hikayemizdeki malum
kadını düşündü. Madem seviyordu adam
kadını, madem o’na dair hemen her şeyi hatırlayabiliyordu, neden hala aynı
koltuktaydı? Sevmek dediğimiz şey, alışkanlıkların bir sonucu olarak mı ortaya
çıkardı? Yoksa her seferinde alışkanlıklar mı sevgiyi doğururdu? Beklenmedik zamanlarda gelir, beklenmedik
zamanlarda çekip giderdi bu duygu. Kül ile filtre arasındaki mesafe iyice
daraldığından olacak parmak ucunda külün sıcaklığını hissetmesiyle, sigarasını
söndürme gereğini duydu.
Beklenmedik zamanda başlayan yağmur, hala devam
ediyordu. Camdan baksa, sarı sokak lambasının altında iyiden iyiye ıslanmakta
olan hatta artık ıslanmanın da ötesine giden sokağı göreceğini adı gibi
bildiğinden ve tüm bunlara ek olarak her ne kadar yağmuru izlememenin keyifli
olabileceğini düşünse de henüz yerinden kalkabilecek enerjiyi kendisinde
görmüyordu. Aynı bildik kısır döngüye, aynı bildik manzaraları eklemenin lüzumu
yoktu. Tamı tamına iki yıl dört ay on
iki gündür aynı apartman dairesinde - hani bu hiç bir komşunun birbirini
tanımadığı küçük evlerden birinde- yaşıyordu.
Her sabah önünden geçerken selam verdiği, akşamlarıysa eve dönerken “
dünden kalan yarım ekmek var, bugün almasam da olur” diye düşünüp ekmek almayı es
geçse de uzun sigarasını almayı hiçbir zaman ihmal etmediği bakkalın adını hiç
sormadığını düşünüp kızdı kendisine. “Şenol Market “ miydi? “Özşenollar Gıda”
mıydı? Bir türlü hatırlayamadı. Ahmet
Şenol yahut Bekir Şenol ne gibi bir rol oynayabilirdi hayatında? Neşeli ol, Şen
ol… Hayır! Yüz yıl önceye, dönecek olsa, zamanın kapısını elbet Ahmet Şenol
açmayacaktı. Eğer yaşadığı dünyaya karşı biraz daha ilgili olabilseydi, göz
ucuyla selam vermenin dışında, Ahmet Şenol’un gerçek adını sorabilseydi, aynı
hayatı başka türü, belki biraz daha “mutlu” yaşayabilirdi.
Yüz yılın üzerine üç saat daha koyduktan sonra
radikal bir karar aldı. Aynı okuldan mezun oldukları şimdi aynı işte
çalıştıkları, Salim’i aradı. “Yarın Pazar, biraz laflasak, Fulden’le tartıştık”
dedi.
Salim ile buluştukları zaman saat gece yarısını
çoktan geçmişti. Yağmur hala yağıyordu. “Bu saatte açık meyhane bulamayız, gel
garın oradaki sabahçı kahvelerine gidelim” dedi Salim. Saçakların altında
yürürken Vedat, –Vedat, söylemeyi
unuttuğumuz bizim asıl kahramanımız bu arada- üniversite yıllarını hatırladı;
Yurttaki arkadaşlarından kaçıp gara geldiği, yük trenlerinin vagonlarını
saydığı günleri.
Gara geldiklerinde, bekleme salonunda uyuyan
evsizleri gördüler. Gecenin dördünde, dışarıda delicesine yağan bir yağmur
varken buradan daha güzel bir sığınak olamazdı herhalde onlar için. Bacaklarını
karınlarına çeken, sessizlikte uyuyan birkaç adam onların geldiğini elbet
hissetmedi. İzmir’den beklenen Dokuz Eylül Ekspresinin gelmesine daha iki saat
vardı. Elinde karton bardaktaki çay tepsisi ile döndüğü zaman Vedat anlatmaya
başladı.
“Fulden ile nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun?
Okulun son yılında hep gelirsiniz diye fazladan tiyatro bileti alırdım.
Kasım’ın ortaları olması lazım... Fazladan bir değil üç biletim vardı, Yine
bana eşlik edecek kimseyi bulamamıştım. Hatırlarsan sana da sormuştum, pek bana
göre değil derdin böyle işler. Tam salona girecekken gişede bilet soran bir kız
görmüş fazla biletlerimin tamamını ona vermiştim. İçeri girdim, paltomu
çıkardım, koltuğuma kuruldum. Birkaç dakika sonra da kapıdaki kız geldi,
haliyle yanıma oturdu, tekrar tekrar teşekkür etti. Bir gün önce gelip bilet
bulamadığını, bugün ise üç bileti olduğunu söyledi. Yaptığımın çok da teşekküre
değer bir şey olmadığını söyledim. Oyunun sonuna kadar yüzüne bile bakmamıştım.
Ama nerden bilebilirdim ki, o günden sonraki tüm hayatımın onun çevresinde
şekilleneceğini. Bir iki ay sonra burada karşılaştık. Az ilerdeki bankı görüyor
musun? 6 yıl önce seninle sabaha karşı çorba içmeye çıktığımız günlerden
birinde eve gitmek yerine yine gara gelmiş, vagon sayıyordum. Tam o sırada
Dokuz Eylül Ekspresi’nin 4. Vagonundan indiğini gördüm. Nedensizce bir merhaba
demek istemiştim. İşin garibi ne biliyor musun? Hatırladı beni. Gece boyu
trende hiç uyumamış, konuşacak birilerini aramış sanırım, anlattıkça
anlatıyordu. Evine kadar yürüdük. Tüm
hayatının kısa bir özetini geçti. İnsan biraz cesareti varsa tanımadığı
kişilere aşık olur. Bende de öyle olmuştu. Konuştukça ağzından çıkan kelimelere
değil sesine vuruluyordum. Bir dahaki karşılaşmamız için denk gelmeyi
beklememiz gerektiğinin farkındaydım. Ayrılırken masal dinlemeyi sever misin
diye sordum. Sabah saat 7 için hayli garip bir soruydu. Şaşırdı, severdim dedi.
Ertesi akşam garda, onu ikinci kez gördüğüm bankta buluştuk. O sıralar okuduğum
bir öykü kitabından bir bölümü anlattım. Annesi ve babası arasında kalan çözümü
süper kahraman olmakta bulan bir çocuğun hikayesiydi. Gardaki buluşmalarımız
bir süre daha devam etti, bir akşam anlattığım hikaye bitince nedensizce
merhaba demem gibi bir şey olmasını beklemeden öptüm onu. Daha sonrasında kötü
bir şiir de yazdım. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama şöyle bir şeydi. Kara saçlı
bir kadının yüzünde nasıl birkaç milyon çil olur hala şaşarım.
Çil
Bu
şehre daha önce de geldin
bu
sokak ufuk abi’nin sokağı
şair
fuzuli yalnız bir sokak adı
on
yedi çocuk gülümsemesi ardında
köyümün
ilk doktoru
Birkaç
milyon çil
bunun
iki misli güneş
gözlerin
sürmeli
toprağın
üzeri poyraz
günahın
küçüğü -sevdada karar- olmaz
Yağarsa
yağmur, şemsiyeleri saklarız.
üçüncü
peron altıncı yol
gelen
tren nereye gider?
aldırma!
ne fark eder!
seni
hep burada öptüm, -bir yıl arayla-.
dönüş
biletimi alamadım.
daha
dün seviştik oysa.
eve
geldim, kediyi sevdim.
ah!
ne olurdu?
biraz
şiirden anlasaydım,
böyle
kötü şiirler yazmasaydım.”
Vedat’ın cümleleri son noktasına kavuşunca, çaylar
çoktan bitmişti. Aynı hikayeyi, Vedat ile Fulden’in her tartışmalarında tekrar
tekrar dinlemek zorunda kalan Salim, arkadaşlık vazifesini yerine getirmek için
bu sefer ne oldu diye sormak zorunda kaldı.
“Çok sevdiğin bir şarkıyı tekrar tekrar dinlemek
gibi bir şey Fulden’le olan ilişkimiz. Şarkıyı karar sesinde bırakamıyorsun,
bitmeden başa sarıyorsun. Böyle olunca da o güzellikten yeteri kadar payına
düşeni alamıyorsun.
Vedat’ın, gözden kaçırdığı bir şey vardı. Her şarkı
karar sesinde mi biter? Diyelim ki müziğin tüm kurallarına uygun bestelenmiş
kusursuz bir şarkı var elinizde. Lakin çocukluğunuzda olduğu gibi yarısı
bozulmuş bir kasetten çalıyor şarkı. Tam nakaratı beklerken masal okuyan bir
kadının sesi ile karşılaşıyorsunuz.
Küçük kardeşiniz farkında olmadan en sevdiğiniz kasetin üzerine başka
bir kayıt yapmış, müzik çaların başında oyalanırken. Bu durum yarısı gitmiş
şarkıyı kötü bir şarkı yapmaya elbette yetmeyecektir. Aksine, son sözü son melodiyi artık
duyamayacak olsanız bile, elde kalan yarım şarkıyı asla unutmayacaksınızdır.
Hava yeni
aydınlanıyordu. “Boşver Salim” dedi, “Sevmek için bir sebep gerekmiyorsa böyle
birkaç yılın sonunda Fulden ile tartışmak için bir mazerete de gerek yok. Aşk
değil, aptallık bizimkisi.”
Aralık 2013 - 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder