8 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Yolculuk


“…
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Cemal Süreya

“Kütahya – Afyon – Manisa yönüne gidecek İzmir Mavi Treni, 5 dakika içerisinde 2. Peron 4. Yolda olacaktır.”

Anons ikinci kez tekrarlandığında oturduğum banktan kalktım. Trene binmeden önce yarım sigaramdan Ahmed Arif’ten biraz daha güçsüz bir nefes alarak sigarayı tren yolundaki çakıl taşları arasına fırlattım. Herhalde sönmüştür. Eşyalarımı oturacağım “pulman” koltuğun yukarısındaki rafa yerleştirdim. Bir sırt çantası, küçük bir valiz… Valizlerden ve çıkardığı sesten hayatım boyunca nefret ettim. Bir de pazar arabalarından, pazarda yolu tıkayan yaşlı ve şişman, başörtülü kadınlardan, ilerleyemediğim, hayatta soluk alamadığım anlardan, soluğu tütün ile kesip çakmak taşının bittiği zamanlardan, korkarak ocağı yakmaktan, yemeğin tuzunu bir türlü ayarlayamamaktan, ancak yine de akşam yemeği için beklediğim kadınlardan, beklediğim ancak saatlerdir gelmeyen şehir içi otobüslerinin üzerindeki reklamlardan, gelmeyen otobüslerin şoförlerinden, belediye otobüsünde duymak zorunda kaldığım genç kız sohbetlerinden, güzel kadınların yanındaki yakışıklı ve uzun boylu ve zengin ve görgüsüz adamlardan,  küfürlü konuşmalardan, küfürsüz konuşmalardan, konuşmak isteyip de konuşamamalardan, ihtiyaç olduğu zaman yanımda kimseyi bulamamaktan, sevdiğim kadın için yaptırdığım ancak bir türlü ona veremeyip aylardır ceketimin iç cebinde dolaştırdığım kolyeden, mor renginin kendisinden ve en sonunda da bedbaht bir adam oluşumdan yani hemen hemen her şeyden nefret ettim.. . Hikmet Benol’a yalnız olmadığımı söylediği için tekrar tekrar teşekkür ettim.

Trenin tuvaletinde sigara içiyordum. Sallantıda, belirsiz bir hayat yetmiyormuş gibi, trenin gürültüsü ile minicik kabinde sallanmak hoşuma gidiyordu. Aynada kendime bakıyordum. Aynadaki görüntüm hoşuma gidiyordu ancak keşke yolculuk öncesi sakallarımı kesseydim diye düşündüm. Annem, öpecek bir yer kalmamış diyip söylenecekti. Evde banyoya traş olmak için girsem gelecek azar belliydi. “Git berberde traş ol, sonra her yer kıl oluyor!” Tabi  annemi kıramayacaktım. Bisiklete atlayıp İsmail Amca’ya gidecektim.

Sigarayı söndürüp tuvalet camından dışarı attım. Tam koltuğuma oturacakken sol çaprazımdan gelen “oğlum” sesine dönüp baktım. Ayakkabılarını çıkarmış, oturmak ile uzanmak arasında, koltukta neredeyse kaybolmak üzere olan yetmişli yaşlarında yüzü birkaç milyon çizgi ile dolu olan bir kadın benden kendisi için su alıp alamayacağımı soruyordu. Onun isteği için, dört vagon yol kat edip yemekli vagona geldim. Saat sanırım dörde geliyordu. Şişman kondüktörler vagonun bir ucunda, muhtemelen sevgili olan iki genç ise diğer uçta oturuyorlardı. Muhtemelen diyorum çünkü modern tabir ile ilişkilerini gözden geçiriyor gibi bir havaları vardı. Saatin ilerlemiş olmasından ötürü bağırmak isteyip de bağıramıyorlar ancak abartılı jest ve mimikler ile kızgınlıklarını, dertlerini birbirlerinin yüzüne vuruyorlardı. Geldiğimi vagon ahalisi fark etmediğinden sırtımı cama yaslayarak bir süre çifti çaktırmadan izlemeye çalıştım. Aralarındaki sorunu tam anlamak üzereyken, kadının dili damağı kurudu diyerek kendime geldim ve asli amacımı gerçekleştirmek üzere reyona yöneldim. Reyonun arkasında uyuya kalan görevli çocuğu uyandırmak zorunda kaldım. Bir hayır duası karşılığında, tatlı bir uykuyu bölmek zorundaydım. Kendi vagonuma ve 44 nolu pulman’a ve kendi benliğime geri dönüp kitabımı okumaya devam ettim.

Trenden indikten sonra hemen eve gitmek istemiyordum. Eşyalarımı garda emanete bırakmaktansa bir kahvenin ocakçısına içeceğim bir iki bardak çay mukabilinde teslim edip Basmane’nin ara sokaklarında hiçbir amacım olmadan dolaşmak istedim. 2. Sınıf otellerin önünden geçip o otellerde kalan 2. sınıf insanlarla o insanlara imrenerek 2. Sınıf bir lokantada çorba içecektim. İnsanları ayıran ben değilim. Kendimi bu ayrımın neresinde konumlandıracağımı bile bilmiyorum. Cebimden kolyeyi çıkartıp avucuma alıyorum. Sabah güneşi güzele vurur derler ya güneş ışığı avucumun içindeki kolyeye vuruyor.  Yoksa akşam güneşi miydi? Ne fark eder.
-Lütfen, beni suçlama sevgilim. Alışkanlıkları sürdürüyorum sadece.
 

 
*
 
İzmir’in Armutlu kasabasında, tabelasız bir pastanenin önünde bekliyordum. Pastanenin önündeki çiçekleri görünce, Şubat’ın son günlerinde geçirdiğim, garip bir anı geldi aklıma. Geç kalınmışlık duygusu yalnız kendi içimde taşıdığım bir his olmanın ötesinde hayatın en somut anında bile karşıma çıkıyordu. Her ne kadar günün sonuna bir ertesi sözcüğü eklenmiş olsa da pazar, tam vaktinden bir gün kadar sonra,  pazartesi günleri kurulur benim semtimde... “İki tane üç, iki tane üç…” Alacağım meyve sebzeyi, sırt çantama doldurmuş evin yolunu tutacakken, pazarın sonunda bir çiçekçi ile karşılaştım. Gözüm fesleğen’i aradı, sordum. En az bir, bir buçuk ay varmış çıkmasına. Tohum alıp filiz verdirmek de benim pek yapabileceğim bir iş değil. Pek güvenemedim kendime. Peki diyip ayrıldıktan sonra o an ne olduysa oldu tekrar aynı pazarcının karşısında buldum kendimi.

-Şu çiçekler kaça?
-2 lira.
-Bakımı zor mudur? Çok yaşar mı?
-İyi bakarsan 50 yıl bile yaşar. Serin yerde saklayacaksın. Çok güneş, su istemez. Toprak kurudukça, biraz nemlendir yeter.
-Adı neydi bunun?
-Çuha.
Bu ismi duymuştum. Rahmetli anneannem, dağlarda dokuz renginin olduğunu söylerdi bu çiçeğin. Karda bile açma yeteneğine sahipmiş, baharı müjdelermiş. İlk bahar’ı bile kıskandıracak bir güzellik.
-Tamam. Bir de saksıyla biraz toprak alayım. Ne yaptı?
- İki, üç buçuk, beş buçuk… Beş versen yeter.
-Teşekkür ettim, kolay gelsin.

Pazardan aldıklarımı sırt çantama koymuştum. Yalnızca kırılmasın diye elimdeki poşette 4 liraya aldığım 15li yumurta ve yeni dostum çuha ile evime gidiyordum. Ana caddeye çıktım. Uzaktan kendime baktım, biraz dursam beklesem dedim. Belki, kolyenin sahibi gelir de ona hediyesini ulaştırabilirim. Her sokağa çıktığımda, onunla karşılaşma ümidini hep içimde taşıyordum. Elimde yumurta kolisi ve çiçek ile beni görüp ne bekliyorsun diye bir soru sorsa, pejmürde halimden hiç utanmayacak, hiç düşünmeden “seni” diyecektim.

-Yalnızca bu kolyeyi değil, bir değil birkaç yüreğim daha olsaydı, hepsini hiç düşünmeden gene sana vermek isterdim. Ne yaparsın ki elimde sadece bunlar kaldı. Yumurta da pişiririz istersen. Hem sade çay değil, oralet de var.

Karşılaşma ihtimalimiz her zaman vardı. Ancak ne böyle bir rastlantı oldu ne de onun için bir daha yumurta pişirebildim. Pastanenin önündeki saksılara, rengarenk çuhalara bakıp filmlerdeki gibi gülümsedim. Fırından yeni çıkan poğaçaların kokusu açlığımın üzerine tuz biber ekiyordu. Ancak evde annemin yapmış olduğu yemekleri düşünerek kendimde dayanma gücünü, pastaneye adım atmama dirayetini göstermeye çalıştım. Ne yemek yapmıştı acaba? Anneannem hayatta iken bir kez olsun yapmayı denemediği içli köfte… Ya da çocukluğumda en çok sevdiğim yemek olan kadınbudu köfte ve patates püresi mi? Her ne yemek yapmış olursa olsun, benim için yapıldığını biliyordum. Sonuçta ailenin bir ferdi de olsam uzak yoldan gelen ve ne kadar kalacağı henüz belli olmayan bir misafirdim.

İzmir’e geleli bir kaç saatten biraz fazla, Armutlu – Bornova minibüsünden ineli ise on dakika kadar olmuştu. Saate baktım; üçtü. Kavurucu sıcak sadece yakmakla kalmıyor bunun yanında nem sırılsıklam yapıyordu insanı. Buranın havasını unutmuşum. Bir süre daha bekledikten sonra alçaktan geçen uçakları anımsatan sesi ile eski bir Rus motoru yanaştı yanıma.

-Kadir Abi’in oğlan sen misin?
-He ya… Benim.
-Hadi bin motora, eşyaları da şu sepete koyuver, babanın işi vardı köyde beni gönderdi.
“Tamam” dedikten sonra dediğini yaptım. Köy buradan 25-30 kilometre kadar uzaktaydı. Bol virajlı ve alabildiğine dik orman yolunu adının sonradan Musa olduğunu öğreneceğim bir adamın arkasında motosikletin selesi kıçıma vura vura ve düşmemek için Musa’ya belinden sarılarak alıyordum. Kötü bir isim benzerliği ile denizi yaran adaşından mütevellit, orman yolunu kendisi açmış gibi ilerliyordu 40 yaşında ismi Musa olmasına rağmen henüz peygamber olamayan bu adam, yani makam aracımın naçiz şoförü.  Yolda ve ormanın içinde gövdesinden kocaman dallarından kırılmış ağaçları görüyordum. Bir değil beş değil yüzlerce ağaç kırılmıştı. Bu ormana ne olmuş böyle diye sordum, motorun sesinden pek anlamadı ne dediğimi tekrarlamam gerekti.  Kış baya sert geçmiş. Kar yükünü taşıyamayan dallar da teker teker kırılmışlar. Şimdi bu ağaçların hepsi kesilecek, yerine genç fideler dikilecekmiş. Bir an durdum kendime baktım. Durumun vehameti yüzüme çarptı. Hayatın yükünü taşıyamıyorsam; yerime genç bir ben koyabilecek miydim? Bu yanıt vermesi güç bir soru.  Bayramlı köyüne hoş geldiniz tabelası arkamızda kaldı. Köy meydanında daha doğrusu bir arabanın dönüş yapabileceği ve karşılıklı iki kahvenin olduğu alanda motordan indim.

-Allaha Emanet!
-Sen de! 

Eve geldiğimde sokak kapısı aralık, annem bulaşık yıkıyordu. Yıllardır değişen en ufak bir şey yok diye düşündüm. Annem, anneliğini, kadınlığını, kutsal bir görev aşkıyla yerine getiriyordu. Bir kez olsun, yoruldum dediğini duymadım. Otuz yıla yakın bir zamanda her gün bir diğerinin aynısı olarak yaşamak ve bundan hiç şikayetçi olmamak. Ne korkutucu, ne muhteşem!  “Anne!” dedim, “ben geldim”. Başınızı kaldırıp güneşe bakarken gözleriniz küçülür de bir çizgi halini alır, sıcaklığı yüzünüzü yakar. Ancak yine de gökyüzüne bakmak istersiniz. Kapının eşiğinde beni gördüğünde tam olarak böyle bir yüz ifadesiyle koşar adımlarla yanıma geldi. Islak elleriyle sarıldı, sarıldım.

Nasıl özlemişiz birbirimizi şuan pek tarif edemiyorum. İnsan yavrusunu hiç özlemez mi? Peki ya yavru anacığını? Yuvadan uçmak zorunda olan, artık annesinin getireceği kurtçukların dışında kendi avını kendisinin yakalaması gereken, ancak her başarısızlığında, çalı çırpıdan kurulan yuvayı özleyen yavru bir kuş bir kızıl bir şahin mesela nasıl ki aklına anası geliyorsa, ben de böyle bir doğallıkla annemi, babamı özlüyordum. Ancak, kanatları açıp uçmayı öğrenmem gerekiyordu. En azından yere çakılacağımı bilsem de kanatlarımı açmam ve kendimi boşluğa bırakmam gerektiğinin farkındaydım. Buradan hiç ayrılmamalıydım, hiç aşık olmamalıydım. İkisini de yaptım.

Akşam yemeğinden sonra eski arkadaşları görmek istedim. Köyün ara sokaklarında dolaşırken gökyüzüne baktım. Böyle yerlerde yıldızların daha çok ve daha parlak olduğu yönünde yaygın bir inanış vardır. Bu yaygın görüşü bir gecede yalanlayamam. Sevgilim, şöyle bir gökyüzüne baktım, sana bir yıldız ile selam gönderecektim ancak bir tane bile göremedim. Bu köyün de insanının da değiştiğini gökyüzünden anladım. Kahveye gitmekten vazgeçtim, yarın giderdim. Hüseyin ile İbrahim bir yere kaçmıyor ya!   
Babam ile geleceğimi tayin edecek konuşmayı yapmadan önce bir taşın üzerine oturdum. Bir sigara yakmak canım istedi.

*

Yirmi beş yaşındayım. Bir kibrit çopünü yanarken izlemek, hayatta nadir keyif aldığım şeylerden biri. Önce çıkardığı ses, birden parlayan alev, ateşin giderek yok oluşu ve en sonunda parmaklarımın ucundaki yanma hissi… Hayatımı 0.025 kuruş değerinde bir kibrit çöpüne benzetiyorum.
Tuhaf.


Yaz 2015-2016

.............................................................................................
Berfin Bahar, sayı 223, Eylül 2016

14 Eylül 2016 Çarşamba

Yarım Kalan'a Ek: Bir Mektup

                                                                                                                 
                                                                                        Eylül 12, 2016

Canım Işıl,

O gün güneş ışığı odamıza gireli inanması güç ama tam 3 yaz geçti. Elbette, sana aşık olduğumu kendime de itiraf edemediğimden, kendime hep kötü sonları yakıştırdığımdan mutsuz hikayeler yazdım. Et ve kemikten çok daha fazlası olduğumuzu bile bile yalan söyledim. Ancak kendim bile yazdıklarıma inanamadım. Affet.

Neyse ki zaman, ekonomik ve sosyal şartlar bizi, şehirlerimizi ayırdı da bu mutsuzluğa alışır oldum.

Seninle bir Yeni Türkü şarkısı gibi olacağımız, aklımın ucundan bile geçmezdi. Buna da şükür. Sen kadınlar üzerine kurulmuş hulyaların en güzeli olabilirsin. Ahmed’in Leyla’ya, Olcay’ın Yusuf’a, babamın anama hissettikleri ile yarışır duygularım. Allah kahretsin! Ne diye böyle bir şeyin kıyasına girer ki insanoğlu. Kendi aşkını en muazzam, en harikulade görmek istediği için belki… Ama ben seni öyle muazzam, öyle harikulade görmüyorum. İnsan’a dair ne varsa sensin; tüm güzelliğin ve tüm kusurlarınla. “Sevgi, kusurları yok etmez, onları da kabul eder” diyor birisi.

Biliyorum,  şuan yazdığım bu sözcükler bile senin yüzünde bir tebessüm oluşturmaya yetmiyor. Hatta bunun çok daha ötesinde seni korkutuyor. Ötesini göremeyeceğin hiç bir şey yapmak istemiyorsun. Oysa ben, senin aksine, yarın ne olacaksa olsun istiyorum. Ve o çıkmaz, o uçurum ne kadar büyük, ne kadar derin olursa o kadar çok seviyorum. Eğer sen benim şehrimde, yanı başımda,  her istediğim zaman görebileceğim birisi olarak kalsaydın sanırım böyle olmazdı. İşin garibi yarın değilse bile bir süre sonra bu çıkmazın, bu uçurumun sonunun harika günlere gebe olabileceğini düşünüyorum. Yani hiç olmazsa buna inanmak istiyorum. Bu tahayyül ettiğimiz süre umduğumuzdan çok daha uzun olabilir. Çünkü elbet her güzel şey için inanılmaz bir çaba ve emek gerekiyor.

Seni üzmeyi, senin incinmeni inan hiç istemiyorum. Eğer cümlelerim buna mahal veriyorsa, hemen şimdi camdan yola atlarım daha iyi. Eğer benimle hiç konuşmadığın zaman kendini daha iyi ve daha mutlu hissedeceksen, dilediğin gibi de yapabiliriz. Fakat şunu da söylemek istiyorum, sen şuan Antakya’dasın, belki bir yıl belki daha uzun bir süre bile görüşemeyeceğimizi zaten biliyorum. Daha önce de söyledim, sana bedenen değil, kafa olarak, ruh olarak uzak olmak en korkutucu olur benim için. Korkularını yatıştırmak için senden hiçbir şey beklemiyorum dersem yalan söylemiş olurum. Bu kurduğum cümleler nasıl bir beklentinin ürünüdür bilmiyorum. Senden sen olmanın, gerçek ve samimi olmanın dışında inan başka hiç bir beklentim yok. Seni seviyorsam da sırf böyle olduğuna inandığım için seviyorum.

Bir sigara yaktım, yazdıklarımı iki defa sesli sesli okudum. Romantizmi bir kenara bırakmayı deneyeceğim. Olacak olan şu aslında, giderek daha az görüşeceğiz. Bir kaç yıl içinde, sizinkiler muhtemelen doktor olan hayırlı bir kısmet bulacaklar sana, evleneceksin. Muhtemelen en geç 5 yıl içinde olacak bunlar. 5 yıl da benim iyimserliğim ya, neyse. Bunları biliyorum Işıl, hiç bir zaman üst üste üç gün sana sarılıp aynı yatakta uyuyamayacağımı biliyorum. Tek isteğim şu konuşmalarımıza ket vurmaman. Sen yine evlen, yine eczanenin hesapları ile uğraş, haftada bir, ayda bir de seninle konuşayım, senden haber alayım. Ama buna da yok dersen, boynum kıldan ince. Seni boynundan öperim. Hay Allah yine ne diyorum!

Hiç bir şey yapamam.

Yani, öylece kalır, gerçekten hiç bir şey yapamam.

Senin.

7 Şubat 2016 Pazar

Mazeret



İlk olarak hangi parmağı seçmesi gerektiğini düşündü. İşaret parmağından başlayarak, yüzündeki küçük tümseği buldu. Sırasıyla sol elin tüm işlevsel parmakları, yağlı cildinin üzerinde gezinmeye başlamıştı.  Henüz olgunlaşmamış ya da olgunlaşamamış bir sivilceydi bu. Sivilce’ye biraz zaman tanısa elbet o da kendisini rahatlıkla ifade edecek, “-evet benim de zamanım geldi” diyebilecekti. Oturduğu tek kişilik koltuktan kalksa,  aynanın karşısında bu kötü arkadaşını sıksa, biraz üstüne gitse kurtulabilir miydi ondan? Yoksa başına daha büyük bir iş mi açardı? Hep birilerini sıktığı için başına bu tür felaketler gelmiyor muydu? Birkaç gün kalması muhtemel misafir,  ömür boyu yanına mı yerleşirdi?   Öte yandan oturduğu eski, ortası zamanla çökmüş koltuktan kalkmak zaten başlı başına bir devrim olurdu kendisi için. Yüz yıl çok da uzun bir zaman sayılmaz. Tam yüz yıldır o eski, kahverengi koltukta oturuyordu.  Evi sessizdi.  Dünyası sessizdi, soluksuzdu. Kendi kalp atışlarından, ve soluğunun ritminden başka sessizliği bozacak bir gonglu saati bile yoktu, duvarda asılı duracak. Kaçan uykularına bahane olsun diye,  bir kadının ona böyle bir saati hediye etmesini elbet çok isterdi.   “Hayatında hiç hediye almış mıydı?” Sanırım yüz yıl kadar önce kapıdan çıkan bir kadın vardı. Kadın kimdi? Yüzü nasıldı? Saçları uzun muydu; siyah mıydı? Hangi meyveyi daha çok severdi? Bir gün yıkılıncaya kadar içecek olsalar; rakı mı isterlerdi? Acaba hangi şairin, hangi şiiri onundu? Hepsini biliyordu. Hepsini biliyordu ve yüzyıldır aynı koltukta oturuyor, yüzündeki sivilceyle oynuyordu.

Yaktığı her sigara boğazını acıtırdı. Üstelik bugüne kadar içtiği tek bir sigaradan bile bir parça olsun keyif almamıştı. Yine de koltuk kulpunun üzerinde duran sigara paketine, dünyasını başlı başına değiştirmeyecek hamleyi yaptı,  son tekini aldı. Alışkanlık gereği olacak bir elini evin içinde esemeyen rüzgara siper edip sigarasını yaktı. Birkaç nefes aldıktan sonra, içtiği ilk sigarayı anımsadı. Yüzyıldır aynı koltukta oturuyordu ama tam yirmi iki yıl önceydi bu. Daha dokuz yaşındayken, eski evin eski balkonunda annesinin babasından gizli içtiği sigaraların izmaritleri gözüne ilişince, aralarından diğerlerine göre daha uzun sayılabilecek birini seçmiş ve cebine gizlemişti. Baharda yaşıtlarının uçurtma uçurdukları arsaya top oynamaya giderken yerde bir kutu kibrit bulmuştu. Kimsenin onu göremeyeceği  –ya da onun öyle düşündüğü- bir ara sokakta, 82 model renault’un sağ arka tekerleğini verdiği kaldırıma oturup cebindeki izmariti yakmış ve daha ilk nefesinin öksürüğü geçmeden kulağından çeken babasının öfkeli suratıyla karşılaşmıştı.  Dokuz yıldır alışık olduğu bir yüz ifadesine hiç şaşırmamış, yediği dayaktan hiç canı yanmamış, hiç ağlamamıştı. 

Sigaranın külünün yere düşmesiyle tekrar kahverengi koltuğuna döndü.  Hikayemizdeki malum kadını düşündü.  Madem seviyordu adam kadını, madem o’na dair hemen her şeyi hatırlayabiliyordu, neden hala aynı koltuktaydı? Sevmek dediğimiz şey, alışkanlıkların bir sonucu olarak mı ortaya çıkardı? Yoksa her seferinde alışkanlıklar mı sevgiyi doğururdu?  Beklenmedik zamanlarda gelir, beklenmedik zamanlarda çekip giderdi bu duygu. Kül ile filtre arasındaki mesafe iyice daraldığından olacak parmak ucunda külün sıcaklığını hissetmesiyle, sigarasını söndürme gereğini duydu.

Beklenmedik zamanda başlayan yağmur, hala devam ediyordu. Camdan baksa, sarı sokak lambasının altında iyiden iyiye ıslanmakta olan hatta artık ıslanmanın da ötesine giden sokağı göreceğini adı gibi bildiğinden ve tüm bunlara ek olarak her ne kadar yağmuru izlememenin keyifli olabileceğini düşünse de henüz yerinden kalkabilecek enerjiyi kendisinde görmüyordu. Aynı bildik kısır döngüye, aynı bildik manzaraları eklemenin lüzumu yoktu.  Tamı tamına iki yıl dört ay on iki gündür aynı apartman dairesinde - hani bu hiç bir komşunun birbirini tanımadığı küçük evlerden birinde- yaşıyordu.  Her sabah önünden geçerken selam verdiği, akşamlarıysa eve dönerken “ dünden kalan yarım ekmek var, bugün almasam da olur” diye düşünüp ekmek almayı es geçse de uzun sigarasını almayı hiçbir zaman ihmal etmediği bakkalın adını hiç sormadığını düşünüp kızdı kendisine. “Şenol Market “ miydi? “Özşenollar Gıda” mıydı? Bir türlü hatırlayamadı.  Ahmet Şenol yahut Bekir Şenol ne gibi bir rol oynayabilirdi hayatında? Neşeli ol, Şen ol… Hayır! Yüz yıl önceye, dönecek olsa, zamanın kapısını elbet Ahmet Şenol açmayacaktı. Eğer yaşadığı dünyaya karşı biraz daha ilgili olabilseydi, göz ucuyla selam vermenin dışında, Ahmet Şenol’un gerçek adını sorabilseydi, aynı hayatı başka türü, belki biraz daha “mutlu” yaşayabilirdi.
Yüz yılın üzerine üç saat daha koyduktan sonra radikal bir karar aldı. Aynı okuldan mezun oldukları şimdi aynı işte çalıştıkları, Salim’i aradı. “Yarın Pazar, biraz laflasak, Fulden’le tartıştık” dedi.

Salim ile buluştukları zaman saat gece yarısını çoktan geçmişti. Yağmur hala yağıyordu. “Bu saatte açık meyhane bulamayız, gel garın oradaki sabahçı kahvelerine gidelim” dedi Salim. Saçakların altında yürürken Vedat,  –Vedat, söylemeyi unuttuğumuz bizim asıl kahramanımız bu arada- üniversite yıllarını hatırladı; Yurttaki arkadaşlarından kaçıp gara geldiği, yük trenlerinin vagonlarını saydığı günleri.

Gara geldiklerinde, bekleme salonunda uyuyan evsizleri gördüler. Gecenin dördünde, dışarıda delicesine yağan bir yağmur varken buradan daha güzel bir sığınak olamazdı herhalde onlar için. Bacaklarını karınlarına çeken, sessizlikte uyuyan birkaç adam onların geldiğini elbet hissetmedi. İzmir’den beklenen Dokuz Eylül Ekspresinin gelmesine daha iki saat vardı. Elinde karton bardaktaki çay tepsisi ile döndüğü zaman Vedat anlatmaya başladı.

“Fulden ile nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun? Okulun son yılında hep gelirsiniz diye fazladan tiyatro bileti alırdım. Kasım’ın ortaları olması lazım... Fazladan bir değil üç biletim vardı, Yine bana eşlik edecek kimseyi bulamamıştım. Hatırlarsan sana da sormuştum, pek bana göre değil derdin böyle işler. Tam salona girecekken gişede bilet soran bir kız görmüş fazla biletlerimin tamamını ona vermiştim. İçeri girdim, paltomu çıkardım, koltuğuma kuruldum. Birkaç dakika sonra da kapıdaki kız geldi, haliyle yanıma oturdu, tekrar tekrar teşekkür etti. Bir gün önce gelip bilet bulamadığını, bugün ise üç bileti olduğunu söyledi. Yaptığımın çok da teşekküre değer bir şey olmadığını söyledim. Oyunun sonuna kadar yüzüne bile bakmamıştım. Ama nerden bilebilirdim ki, o günden sonraki tüm hayatımın onun çevresinde şekilleneceğini. Bir iki ay sonra burada karşılaştık. Az ilerdeki bankı görüyor musun? 6 yıl önce seninle sabaha karşı çorba içmeye çıktığımız günlerden birinde eve gitmek yerine yine gara gelmiş, vagon sayıyordum. Tam o sırada Dokuz Eylül Ekspresi’nin 4. Vagonundan indiğini gördüm. Nedensizce bir merhaba demek istemiştim. İşin garibi ne biliyor musun? Hatırladı beni. Gece boyu trende hiç uyumamış, konuşacak birilerini aramış sanırım, anlattıkça anlatıyordu.  Evine kadar yürüdük. Tüm hayatının kısa bir özetini geçti. İnsan biraz cesareti varsa tanımadığı kişilere aşık olur. Bende de öyle olmuştu. Konuştukça ağzından çıkan kelimelere değil sesine vuruluyordum. Bir dahaki karşılaşmamız için denk gelmeyi beklememiz gerektiğinin farkındaydım. Ayrılırken masal dinlemeyi sever misin diye sordum. Sabah saat 7 için hayli garip bir soruydu. Şaşırdı, severdim dedi. Ertesi akşam garda, onu ikinci kez gördüğüm bankta buluştuk. O sıralar okuduğum bir öykü kitabından bir bölümü anlattım. Annesi ve babası arasında kalan çözümü süper kahraman olmakta bulan bir çocuğun hikayesiydi. Gardaki buluşmalarımız bir süre daha devam etti, bir akşam anlattığım hikaye bitince nedensizce merhaba demem gibi bir şey olmasını beklemeden öptüm onu. Daha sonrasında kötü bir şiir de yazdım. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama şöyle bir şeydi. Kara saçlı bir kadının yüzünde nasıl birkaç milyon çil olur hala şaşarım.




Çil

Bu şehre daha önce de geldin
bu sokak ufuk abi’nin sokağı
şair fuzuli yalnız bir sokak adı
on yedi çocuk gülümsemesi ardında
köyümün ilk doktoru

Birkaç milyon çil
bunun iki misli güneş
gözlerin sürmeli
toprağın üzeri poyraz
günahın küçüğü -sevdada karar- olmaz

Yağarsa yağmur, şemsiyeleri saklarız.
üçüncü peron altıncı yol
gelen tren nereye gider?
aldırma! ne fark eder!
seni hep burada öptüm, -bir yıl arayla-.
dönüş biletimi alamadım.
daha dün seviştik oysa.
eve geldim, kediyi sevdim.
ah! ne olurdu?
biraz şiirden anlasaydım,
böyle kötü şiirler yazmasaydım.”

Vedat’ın cümleleri son noktasına kavuşunca, çaylar çoktan bitmişti. Aynı hikayeyi, Vedat ile Fulden’in her tartışmalarında tekrar tekrar dinlemek zorunda kalan Salim, arkadaşlık vazifesini yerine getirmek için bu sefer ne oldu diye sormak zorunda kaldı.
“Çok sevdiğin bir şarkıyı tekrar tekrar dinlemek gibi bir şey Fulden’le olan ilişkimiz. Şarkıyı karar sesinde bırakamıyorsun, bitmeden başa sarıyorsun. Böyle olunca da o güzellikten yeteri kadar payına düşeni alamıyorsun.

Vedat’ın, gözden kaçırdığı bir şey vardı. Her şarkı karar sesinde mi biter? Diyelim ki müziğin tüm kurallarına uygun bestelenmiş kusursuz bir şarkı var elinizde. Lakin çocukluğunuzda olduğu gibi yarısı bozulmuş bir kasetten çalıyor şarkı. Tam nakaratı beklerken masal okuyan bir kadının sesi ile karşılaşıyorsunuz.  Küçük kardeşiniz farkında olmadan en sevdiğiniz kasetin üzerine başka bir kayıt yapmış, müzik çaların başında oyalanırken. Bu durum yarısı gitmiş şarkıyı kötü bir şarkı yapmaya elbette yetmeyecektir.  Aksine, son sözü son melodiyi artık duyamayacak olsanız bile, elde kalan yarım şarkıyı asla unutmayacaksınızdır.

 Hava yeni aydınlanıyordu. “Boşver Salim” dedi, “Sevmek için bir sebep gerekmiyorsa böyle birkaç yılın sonunda Fulden ile tartışmak için bir mazerete de gerek yok. Aşk değil, aptallık bizimkisi.”


Aralık 2013 - 2015


......................................................
Nisyan Dergisi Sayı 12 (şubat-mart 2016)