8 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Yolculuk


“…
Aldım çiçeğimi şurama bastım,
Bastım ki yalnızlığımmış.

Bir başına arşınlıyor bir adam mavi treni
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Cemal Süreya

“Kütahya – Afyon – Manisa yönüne gidecek İzmir Mavi Treni, 5 dakika içerisinde 2. Peron 4. Yolda olacaktır.”

Anons ikinci kez tekrarlandığında oturduğum banktan kalktım. Trene binmeden önce yarım sigaramdan Ahmed Arif’ten biraz daha güçsüz bir nefes alarak sigarayı tren yolundaki çakıl taşları arasına fırlattım. Herhalde sönmüştür. Eşyalarımı oturacağım “pulman” koltuğun yukarısındaki rafa yerleştirdim. Bir sırt çantası, küçük bir valiz… Valizlerden ve çıkardığı sesten hayatım boyunca nefret ettim. Bir de pazar arabalarından, pazarda yolu tıkayan yaşlı ve şişman, başörtülü kadınlardan, ilerleyemediğim, hayatta soluk alamadığım anlardan, soluğu tütün ile kesip çakmak taşının bittiği zamanlardan, korkarak ocağı yakmaktan, yemeğin tuzunu bir türlü ayarlayamamaktan, ancak yine de akşam yemeği için beklediğim kadınlardan, beklediğim ancak saatlerdir gelmeyen şehir içi otobüslerinin üzerindeki reklamlardan, gelmeyen otobüslerin şoförlerinden, belediye otobüsünde duymak zorunda kaldığım genç kız sohbetlerinden, güzel kadınların yanındaki yakışıklı ve uzun boylu ve zengin ve görgüsüz adamlardan,  küfürlü konuşmalardan, küfürsüz konuşmalardan, konuşmak isteyip de konuşamamalardan, ihtiyaç olduğu zaman yanımda kimseyi bulamamaktan, sevdiğim kadın için yaptırdığım ancak bir türlü ona veremeyip aylardır ceketimin iç cebinde dolaştırdığım kolyeden, mor renginin kendisinden ve en sonunda da bedbaht bir adam oluşumdan yani hemen hemen her şeyden nefret ettim.. . Hikmet Benol’a yalnız olmadığımı söylediği için tekrar tekrar teşekkür ettim.

Trenin tuvaletinde sigara içiyordum. Sallantıda, belirsiz bir hayat yetmiyormuş gibi, trenin gürültüsü ile minicik kabinde sallanmak hoşuma gidiyordu. Aynada kendime bakıyordum. Aynadaki görüntüm hoşuma gidiyordu ancak keşke yolculuk öncesi sakallarımı kesseydim diye düşündüm. Annem, öpecek bir yer kalmamış diyip söylenecekti. Evde banyoya traş olmak için girsem gelecek azar belliydi. “Git berberde traş ol, sonra her yer kıl oluyor!” Tabi  annemi kıramayacaktım. Bisiklete atlayıp İsmail Amca’ya gidecektim.

Sigarayı söndürüp tuvalet camından dışarı attım. Tam koltuğuma oturacakken sol çaprazımdan gelen “oğlum” sesine dönüp baktım. Ayakkabılarını çıkarmış, oturmak ile uzanmak arasında, koltukta neredeyse kaybolmak üzere olan yetmişli yaşlarında yüzü birkaç milyon çizgi ile dolu olan bir kadın benden kendisi için su alıp alamayacağımı soruyordu. Onun isteği için, dört vagon yol kat edip yemekli vagona geldim. Saat sanırım dörde geliyordu. Şişman kondüktörler vagonun bir ucunda, muhtemelen sevgili olan iki genç ise diğer uçta oturuyorlardı. Muhtemelen diyorum çünkü modern tabir ile ilişkilerini gözden geçiriyor gibi bir havaları vardı. Saatin ilerlemiş olmasından ötürü bağırmak isteyip de bağıramıyorlar ancak abartılı jest ve mimikler ile kızgınlıklarını, dertlerini birbirlerinin yüzüne vuruyorlardı. Geldiğimi vagon ahalisi fark etmediğinden sırtımı cama yaslayarak bir süre çifti çaktırmadan izlemeye çalıştım. Aralarındaki sorunu tam anlamak üzereyken, kadının dili damağı kurudu diyerek kendime geldim ve asli amacımı gerçekleştirmek üzere reyona yöneldim. Reyonun arkasında uyuya kalan görevli çocuğu uyandırmak zorunda kaldım. Bir hayır duası karşılığında, tatlı bir uykuyu bölmek zorundaydım. Kendi vagonuma ve 44 nolu pulman’a ve kendi benliğime geri dönüp kitabımı okumaya devam ettim.

Trenden indikten sonra hemen eve gitmek istemiyordum. Eşyalarımı garda emanete bırakmaktansa bir kahvenin ocakçısına içeceğim bir iki bardak çay mukabilinde teslim edip Basmane’nin ara sokaklarında hiçbir amacım olmadan dolaşmak istedim. 2. Sınıf otellerin önünden geçip o otellerde kalan 2. sınıf insanlarla o insanlara imrenerek 2. Sınıf bir lokantada çorba içecektim. İnsanları ayıran ben değilim. Kendimi bu ayrımın neresinde konumlandıracağımı bile bilmiyorum. Cebimden kolyeyi çıkartıp avucuma alıyorum. Sabah güneşi güzele vurur derler ya güneş ışığı avucumun içindeki kolyeye vuruyor.  Yoksa akşam güneşi miydi? Ne fark eder.
-Lütfen, beni suçlama sevgilim. Alışkanlıkları sürdürüyorum sadece.
 

 
*
 
İzmir’in Armutlu kasabasında, tabelasız bir pastanenin önünde bekliyordum. Pastanenin önündeki çiçekleri görünce, Şubat’ın son günlerinde geçirdiğim, garip bir anı geldi aklıma. Geç kalınmışlık duygusu yalnız kendi içimde taşıdığım bir his olmanın ötesinde hayatın en somut anında bile karşıma çıkıyordu. Her ne kadar günün sonuna bir ertesi sözcüğü eklenmiş olsa da pazar, tam vaktinden bir gün kadar sonra,  pazartesi günleri kurulur benim semtimde... “İki tane üç, iki tane üç…” Alacağım meyve sebzeyi, sırt çantama doldurmuş evin yolunu tutacakken, pazarın sonunda bir çiçekçi ile karşılaştım. Gözüm fesleğen’i aradı, sordum. En az bir, bir buçuk ay varmış çıkmasına. Tohum alıp filiz verdirmek de benim pek yapabileceğim bir iş değil. Pek güvenemedim kendime. Peki diyip ayrıldıktan sonra o an ne olduysa oldu tekrar aynı pazarcının karşısında buldum kendimi.

-Şu çiçekler kaça?
-2 lira.
-Bakımı zor mudur? Çok yaşar mı?
-İyi bakarsan 50 yıl bile yaşar. Serin yerde saklayacaksın. Çok güneş, su istemez. Toprak kurudukça, biraz nemlendir yeter.
-Adı neydi bunun?
-Çuha.
Bu ismi duymuştum. Rahmetli anneannem, dağlarda dokuz renginin olduğunu söylerdi bu çiçeğin. Karda bile açma yeteneğine sahipmiş, baharı müjdelermiş. İlk bahar’ı bile kıskandıracak bir güzellik.
-Tamam. Bir de saksıyla biraz toprak alayım. Ne yaptı?
- İki, üç buçuk, beş buçuk… Beş versen yeter.
-Teşekkür ettim, kolay gelsin.

Pazardan aldıklarımı sırt çantama koymuştum. Yalnızca kırılmasın diye elimdeki poşette 4 liraya aldığım 15li yumurta ve yeni dostum çuha ile evime gidiyordum. Ana caddeye çıktım. Uzaktan kendime baktım, biraz dursam beklesem dedim. Belki, kolyenin sahibi gelir de ona hediyesini ulaştırabilirim. Her sokağa çıktığımda, onunla karşılaşma ümidini hep içimde taşıyordum. Elimde yumurta kolisi ve çiçek ile beni görüp ne bekliyorsun diye bir soru sorsa, pejmürde halimden hiç utanmayacak, hiç düşünmeden “seni” diyecektim.

-Yalnızca bu kolyeyi değil, bir değil birkaç yüreğim daha olsaydı, hepsini hiç düşünmeden gene sana vermek isterdim. Ne yaparsın ki elimde sadece bunlar kaldı. Yumurta da pişiririz istersen. Hem sade çay değil, oralet de var.

Karşılaşma ihtimalimiz her zaman vardı. Ancak ne böyle bir rastlantı oldu ne de onun için bir daha yumurta pişirebildim. Pastanenin önündeki saksılara, rengarenk çuhalara bakıp filmlerdeki gibi gülümsedim. Fırından yeni çıkan poğaçaların kokusu açlığımın üzerine tuz biber ekiyordu. Ancak evde annemin yapmış olduğu yemekleri düşünerek kendimde dayanma gücünü, pastaneye adım atmama dirayetini göstermeye çalıştım. Ne yemek yapmıştı acaba? Anneannem hayatta iken bir kez olsun yapmayı denemediği içli köfte… Ya da çocukluğumda en çok sevdiğim yemek olan kadınbudu köfte ve patates püresi mi? Her ne yemek yapmış olursa olsun, benim için yapıldığını biliyordum. Sonuçta ailenin bir ferdi de olsam uzak yoldan gelen ve ne kadar kalacağı henüz belli olmayan bir misafirdim.

İzmir’e geleli bir kaç saatten biraz fazla, Armutlu – Bornova minibüsünden ineli ise on dakika kadar olmuştu. Saate baktım; üçtü. Kavurucu sıcak sadece yakmakla kalmıyor bunun yanında nem sırılsıklam yapıyordu insanı. Buranın havasını unutmuşum. Bir süre daha bekledikten sonra alçaktan geçen uçakları anımsatan sesi ile eski bir Rus motoru yanaştı yanıma.

-Kadir Abi’in oğlan sen misin?
-He ya… Benim.
-Hadi bin motora, eşyaları da şu sepete koyuver, babanın işi vardı köyde beni gönderdi.
“Tamam” dedikten sonra dediğini yaptım. Köy buradan 25-30 kilometre kadar uzaktaydı. Bol virajlı ve alabildiğine dik orman yolunu adının sonradan Musa olduğunu öğreneceğim bir adamın arkasında motosikletin selesi kıçıma vura vura ve düşmemek için Musa’ya belinden sarılarak alıyordum. Kötü bir isim benzerliği ile denizi yaran adaşından mütevellit, orman yolunu kendisi açmış gibi ilerliyordu 40 yaşında ismi Musa olmasına rağmen henüz peygamber olamayan bu adam, yani makam aracımın naçiz şoförü.  Yolda ve ormanın içinde gövdesinden kocaman dallarından kırılmış ağaçları görüyordum. Bir değil beş değil yüzlerce ağaç kırılmıştı. Bu ormana ne olmuş böyle diye sordum, motorun sesinden pek anlamadı ne dediğimi tekrarlamam gerekti.  Kış baya sert geçmiş. Kar yükünü taşıyamayan dallar da teker teker kırılmışlar. Şimdi bu ağaçların hepsi kesilecek, yerine genç fideler dikilecekmiş. Bir an durdum kendime baktım. Durumun vehameti yüzüme çarptı. Hayatın yükünü taşıyamıyorsam; yerime genç bir ben koyabilecek miydim? Bu yanıt vermesi güç bir soru.  Bayramlı köyüne hoş geldiniz tabelası arkamızda kaldı. Köy meydanında daha doğrusu bir arabanın dönüş yapabileceği ve karşılıklı iki kahvenin olduğu alanda motordan indim.

-Allaha Emanet!
-Sen de! 

Eve geldiğimde sokak kapısı aralık, annem bulaşık yıkıyordu. Yıllardır değişen en ufak bir şey yok diye düşündüm. Annem, anneliğini, kadınlığını, kutsal bir görev aşkıyla yerine getiriyordu. Bir kez olsun, yoruldum dediğini duymadım. Otuz yıla yakın bir zamanda her gün bir diğerinin aynısı olarak yaşamak ve bundan hiç şikayetçi olmamak. Ne korkutucu, ne muhteşem!  “Anne!” dedim, “ben geldim”. Başınızı kaldırıp güneşe bakarken gözleriniz küçülür de bir çizgi halini alır, sıcaklığı yüzünüzü yakar. Ancak yine de gökyüzüne bakmak istersiniz. Kapının eşiğinde beni gördüğünde tam olarak böyle bir yüz ifadesiyle koşar adımlarla yanıma geldi. Islak elleriyle sarıldı, sarıldım.

Nasıl özlemişiz birbirimizi şuan pek tarif edemiyorum. İnsan yavrusunu hiç özlemez mi? Peki ya yavru anacığını? Yuvadan uçmak zorunda olan, artık annesinin getireceği kurtçukların dışında kendi avını kendisinin yakalaması gereken, ancak her başarısızlığında, çalı çırpıdan kurulan yuvayı özleyen yavru bir kuş bir kızıl bir şahin mesela nasıl ki aklına anası geliyorsa, ben de böyle bir doğallıkla annemi, babamı özlüyordum. Ancak, kanatları açıp uçmayı öğrenmem gerekiyordu. En azından yere çakılacağımı bilsem de kanatlarımı açmam ve kendimi boşluğa bırakmam gerektiğinin farkındaydım. Buradan hiç ayrılmamalıydım, hiç aşık olmamalıydım. İkisini de yaptım.

Akşam yemeğinden sonra eski arkadaşları görmek istedim. Köyün ara sokaklarında dolaşırken gökyüzüne baktım. Böyle yerlerde yıldızların daha çok ve daha parlak olduğu yönünde yaygın bir inanış vardır. Bu yaygın görüşü bir gecede yalanlayamam. Sevgilim, şöyle bir gökyüzüne baktım, sana bir yıldız ile selam gönderecektim ancak bir tane bile göremedim. Bu köyün de insanının da değiştiğini gökyüzünden anladım. Kahveye gitmekten vazgeçtim, yarın giderdim. Hüseyin ile İbrahim bir yere kaçmıyor ya!   
Babam ile geleceğimi tayin edecek konuşmayı yapmadan önce bir taşın üzerine oturdum. Bir sigara yakmak canım istedi.

*

Yirmi beş yaşındayım. Bir kibrit çopünü yanarken izlemek, hayatta nadir keyif aldığım şeylerden biri. Önce çıkardığı ses, birden parlayan alev, ateşin giderek yok oluşu ve en sonunda parmaklarımın ucundaki yanma hissi… Hayatımı 0.025 kuruş değerinde bir kibrit çöpüne benzetiyorum.
Tuhaf.


Yaz 2015-2016

.............................................................................................
Berfin Bahar, sayı 223, Eylül 2016

1 yorum:

  1. The Best Casino Sites Online | DrMCD
    The Best Casino Sites Online · 1. Planet 7 - 인천광역 출장안마 Best Overall Casino · 2. Red Dog - 고양 출장샵 Best For Live Entertainment · 강릉 출장마사지 3. Bovada - 구미 출장안마 Best for Poker · 김포 출장마사지 4. Betway - Best

    YanıtlaSil